Cumhurbaşkanının 10 Mart’ta aldığı ‘’seçimlerin yenilenmesi’’ kararıyla, milletvekili genel seçimleri ile cumhurbaşkanlığı seçiminin 24 Mayıs’ta yapılması kesinleşmiş oldu. Ancak, bu şekilde seçim takvimi resmen başlamış olsa da, seçimlerle ilgili bazı belirsizlikler halâ varlığını korumaktadır.
Bunların başında Kılıçdaroğlu dışındaki cumhurbaşkanı adaylarının kimler olacağı konusu gelmektedir. Malum, görevdeki Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın üçüncü defa aday olması Anayasal olarak mümkün olmadığından, AKP-MHP cephesinin başka bir aday göstermesi gerekmektedir. Bu arada başka adayların da çıkması ihtimal dahilindedir.
Gerçi, daha önceki uygulamasına bakarak, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bir kere daha hukuku ve Anayasayı yok sayması şaşırtıcı olmaz.
Öte yandan, muhalefet bloğunun sadece cumhurbaşkanı adayı değil iktidara gelmeleri halinde hem izleyecekleri siyasî program hem de parlamenter sisteme dönüş takvimleri de belli iken, ‘’Cumhur ittifakı’’nın -veya İttifakın bileşenleri olan AKP ve MHP’nin- henüz deklare edilmiş programı veya programları ortada yoktur. Gerçi Türkiye’nin içinde bocalamakta olduğu çok yönlü ve zorlu krizin zaten failleri olan bu partilerin ülkeyi bu çıkmazdan kurtarabilecek kadrolara ve bilgi donanımına sahip olduklarına zaten ihtimal verilmemektedir.
Şu var ki, Altılı Masa’nın iktidar hazırlığının da pek fazla ümit verici olduğu söylenemez. Nitekim, muhalefet bloğu oldukça ayrıntılı bir program hazırlamış olmakla beraber, bu programda iktisadî krizin üstesinden nasıl gelineceği belli olmadığı gibi, en azından büyük ortak CHP’nin bu işi başaracak bir teknik kadroya sahip olduğu da kuşkuludur.
Daha da önemlisi, muhalefet koalisyonunun deklare ettiği ve esas olarak parlamenter hükûmet sistemine geçiş meselesine odaklanan siyasî program carî rejimde bazı ufak-tefek iyileştirmeler yapılmasını öngörüyor olsa da; bu programın Türkiye’nin -yüz küsur yıllık bir arka plana sahip olan- ‘’müesses nizamı’’nı özgürlük, adalet, barış ve demokrasi yönünde değiştirmeyi amaçlayan sahici bir reform paketi olarak görülemeyeceği açıktır.
Daha önceki yazılarımda dile getirdiğim bu meseleyi bu sefer farklı bir perspektiften yeniden ele almak istiyorum. Türkiye’nin carî rejimini ve müesses nizamını belirttiğim yönde sahiden değiştirecek bir siyasî programın yürürlükteki Anayasa’nın 2. maddesinde ifadesini bulan siyasî felsefenin tam tersi bir anlayışla devleti yeniden tanımlamayı ve ona uygun olarak organize etmeyi amaçlaması gerekmektedir.
Ben böyle bir değişim programının anayasal karşılığını daha önce özet olarak şu şekilde formüle etmiştim: ‘’Türkiye devleti insan onuruna ve insan haklarına dayanan, hukukun üstünlüğüne bağlı, kültürel çeşitliliğe ve azınlık haklarına saygılı, adem-i merkeziyetçi, barışçı, laik ve demokratik bir cumhuriyettir.’’
Şimdi soru şudur:
Altılı Masa’nın bileşenleri bu şekilde tanımlanan bir devletten yana olabilirler mi veya ne ölçüde olabilirler?…
Çok muhtemeldir ki, en başta muhalefet koalisyonunun büyük ortakları (CHP ve İYİ Parti) milliyetçiliğe (veya en azından ‘’millî devlet’’e), Türklüğe ve Atatürk’e referans yapmayan bir devlet tanımını rejime bir saldırı olarak göreceklerdir.
Çünkü onların nazarında Türkiye Cumhuriyeti yurttaşların bir sivil-siyasî birliği değil de kutsalları olan Türk(lerin) ulus-devletidir. Malum, bu kutsalların başında da Atatürk gelmektedir; bu zihniyet açısından Atatürk’süz Türk devleti olmaz.
Şimdi, bu tanımda insan onuruna, insan haklarına, hukukun üstünlüğüne ve demokrasiye atıf yapılmasını muhtemelen bütün bileşenler lafzen de olsa kabul edebilirler. ‘’Lafzen’’ diyorum, çünkü bu değerlere sahici bir bağlılık ile, düzen partilerinin müesses nizamı idame ettirme endişesinin bağdaşmasına imkân yoktur.
Ayrıca, muhalefet bloğunun milliyetçilik ve ‘’birlik-bütünlük’’ ideolojisinin yönlendirdiği üyelerinin ‘’kültürel çeşitlilik’’e şiddetle karşı çıkacakları da tahmin edilebilir. Çünkü onlar Türkiye’de ‘’Türkler’’den başkasının yaşadığını kabul etmiyorlar.
Onun için, ‘’kültürel çeşitlilik’’ ve ‘’azınlık hakları’’ ibarelerini bölücülük şifresi olarak görme eğiliminde olacaklardır.
Aynısı adem-i merkeziyetçilik için de geçerlidir; çünkü ‘’düzen partileri’’ merkeziyetçi bir üniter yapının ‘’Türk Devleti’’ için bir hayat-memat meselesi olduğuna kanidirler. ‘’Kültürel çeşitlilik’’ gibi bunu da hem ‘’Kürt ayrılıkçılığı’’na verilen bir taviz olarak, hem de federal sisteme geçişi amaçlayan ‘’kötü niyet’’in bir kanıtı olarak görürler.
Avrupa Konseyi Yerel Yönetimler Şartı’nın iç hukuka aktarılmasına karşı çıkılmasının arkasında da böyle bir zihniyet yatmaktadır. Muhtemeldir ki, aynı zihniyet yüzünden en başta İYİ Parti ile CHP’nin ulusalcı kanadı insanî varoluşun asgarî bir gereği olan ‘’barış’’ hedefine Anayasada atıf yapılmasından da nem kapacaklardır.
Aynı düzen partileri muhtemel bir anayasa revizyonunda Türkiye Cumhuriyeti’nin ‘’laik’’ vasfının korunmasını da hararetle destekleyeceklerdir, ama bunu kavramın anlamını saptıran bir şarta bağlayarak yapmak isteyeceklerdir. Yani, varlığı bir tür resmî din anlamına gelen Diyanet İşleri Başkanlığı’nın anayasal bir kurum olarak korunması şartına… Küçük ortakların, laiklik meselesinde diğerleriyle aynı heyecanı taşımasalar da, Diyanet İşleri Başkanlığının anayasal statüsünün korunmasına temelde itirazları olmayacağı tahmin edilebilir.
Kısaca, ben cumhurbaşkanlığını kazanması ve Millet Meclisi’nde çoğunluğu elde etmesi halinde, muhalefet ittifakının yerleşik düzenin altını oyacak türden köklü değişiklikler yapmak isteyeceğine ihtimal vermiyorum.
Yine de bu koalisyon hem halihazırdaki çağdışı şef yönetimine son verebilir, hem de siyasî sistemde mütevazi ölçülerde de olsa bazı iyileştirmeler yapabilir ki, bunun Türkiye toplumu için bir kazanç olacağı açıktır.
Bu yazı Diyalog gazetesinden alınarak aktarıldı. Tamamına buradan ulaşabilirsiniz.