Recep Tayyip Erdoğan, 2017 yılındaki referandumun ardından 2018 yılında, Türkiye’nin onlarca yıllık parlamenter sisteminin yürütme yetkileri üzerinde neredeyse hiçbir denge ve denetleme mekanizması bırakmayan bir başkanlık sistemine dönüştürülmesini sağlamak üzere cumhurbaşkanı seçildi. Bir adayın seçilebilmesi için oyların yüzde 50’sinden fazlasını alması gerekiyor.
Aşırı merkeziyetçi sistem Erdoğan’ı siyasi kariyerinde daha önce hiç olmadığı kadar açıkta ve savunmasız bıraktı. Türkiye ekonomisi, genişleyen ticaret ve cari işlem açıkları, büyüyen kamu borcu, istikrarsızlaşan para birimi ve resmi olarak yüzde 50’nin üzerinde seyreden – ancak bağımsız bir araştırma kuruluşuna göre yüzde 112’yi aşan – enflasyon ile boğuşuyor.
Şubat depreminin yol açtığı büyük hasar Erdoğan’ın istikrar ve refah getireceğini vaat ettiği sistemdeki kurumsal çürümeyi ve yolsuzluğu gözler önüne serdi.
Bu durum, ana muhalefet partisi Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) başını çektiği altı siyasi partiden oluşan muhalefete, Erdoğan’a ve onun yönetim modeline karşı inandırıcı bir meydan okuma için önemli bir fırsat sunmakta.
Ancak Türkiye’deki muhalefetin karşı karşıya olduğu ve demokratik bir geçişin önünü açabilecek kesin bir seçim zaferinin önünde potansiyel zorluklar da bulunmakta.
Türkiye gibi “rekabetçi otoriter” rejimlerde oyun alanı büyük ölçüde iktidar lehine eğimli olduğundan, Türkiye’deki muhalefet partileri ancak ittifaklar kurarak seçim şanslarını artırmayı bekleyebiliyor.
Muhalefetteki Millet İttifakı bir yıldan biraz daha uzun bir süre önce Erdoğan’ı yenip ülkeyi “güçlendirilmiş parlamenter sisteme” geçirmek ve anayasada yapılacak değişikliklerin bir listesini oluşturmak amacıyla bir araya gelmişti.
Erdoğan ve rejimini yenmek kolay bir iş olmayacak. İlk kez Aralık 2002’de iktidara gelen AKP, Erdoğan’ın hem kurumsal denge ve denetleme mekanizmalarını aşındırmasına, hem de oyun alanını muhalefetin aleyhine çevirmesine olanak tanıyan bir seçim üstünlüğü elde etmiş durumda.
Yargı, İmamoğlu’na yönelik siyasi yasak kararında ve HDP’ye yönelik devam eden kapatma davasında olduğu gibi, Erdoğan’ın siyasi muhaliflerini hedef almak üzere silahlandırıldı.
Dahası, ulusal medya hükümetin sıkı kontrolü altında olmaya devam ediyor.
Bu nedenle Türkiye muhalefeti, Erdoğan’a karşı yürüttüğü kampanyada seçmen tabanını genişletmek için zorlu bir süreçle karşı karşıya.
Erdoğan’ın otokratik liderliğine alışkın olan seçmenler için Türkiye muhalefeti ideolojik olarak farklı ve kırılgan bir koalisyon olarak görünebilir. Bu kırılganlık, Mart ayının başlarında Akşener’in, Kılıçdaroğlu’nun ortak aday olarak gösterilmesi üzerine Millet İttifakı ile yollarını dramatik bir şekilde kısa süreliğine ayırmasıyla iyice göze çarpmıştı.
Erdoğan, muhalefet ittifakını Türkiye’de 1990’lardaki zayıf koalisyon hükümetlerini anımsatan siyasi ve ekonomik istikrarsızlıkla ilişkilendirerek bu kırılganlığı ustaca kullandı.
Dahası, Millet İttifakı’nın beş parti liderini ve iki popüler belediye başkanını cumhurbaşkanı yardımcısı olarak aday gösterme formülü (şu anki bir adaya kıyasla toplamda 7 adet!), Türkiye’nin böyle bir formülle yönetilebilirliğine dair kamuoyundaki endişeleri pekiştiriyor.
Her ne kadar AKP seçmenleri ekonomik krizin etkilerini hissetse de, bu memnuniyetsizlik henüz muhalefete desteğe dönüşmedi. Anket şirketi Metropoll’ün katılımcılara deprem bölgesinin toparlanmasına kimin daha iyi yardımcı olacağını düşündüklerini sorduğunda, yüzde 45’inin Erdoğan’ın koalisyonuna, yüzde 43’ünün ise Kılıçdaroğlu’nun liderliğindeki koalisyona oy vermesi şaşırtıcı değil.
Millet İttifakı’nın iç istikrarsızlığı, Akşener’in Kılıçdaroğlu ile birlikte kampanya yapma konusundaki isteksizliğine ve iki popüler belediye başkanı olan İmamoğlu ve Yavaş ile olan bağlarını öne çıkarmayı tercih etmesine de yansımakta.
Seçmenlerin genellikle parti liderlerinin yönlendirmesine uyduğu bir ülkede bu cılız destek, tabanının bir kısmının Kılıçdaroğlu’na oy vermekten kaçınmasına neden olma riski taşıyor. Kıran kırana geçmesi beklenen bir seçimde böyle bir destek kaybı Kılıçdaroğlu’nun Erdoğan’a karşı kazanma şansını ciddi şekilde azaltacak.
Kılıçdaroğlu’nun cumhurbaşkanlığını kazanma ihtimali, bir başka adayın varlığı nedeniyle de karmaşıklaşıyor: Muharrem İnce, CHP’nin 2018 cumhurbaşkanı adayı olan hırslı, enerjik ve popülist bir kampanyacı. Şu anda anketlerdeki oy oranı yüzde 5 ile 8 arasında seyrediyor.
Özellikle Erdoğan ve Kılıçdaroğlu’ndan hayal kırıklığına uğramış genç seçmenlerden destek alıyor. İnce’nin adaylığı, İyi Parti’nin Kılıçdaroğlu’na kırgın milliyetçi tabanından da bir miktar destek alıyor. İnce’nin bu performansını sürdürmesi halinde seçimi ikinci tura taşıyarak “oyunbozan” olacağı kesin.
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ikinci tura kalması durumunda ise tüm bahisler kapanmış olacak.
Erdoğan 2014 ve 2018 cumhurbaşkanlığı seçimlerini ilk turda açık ara farkla kazanmıştı. Bu kez bunu başaramaması bir zayıflık işareti olarak görülebilir ve Erdoğan karşıtı seçmenlerin ikinci turda Kılıçdaroğlu’nun arkasında birleşmesini teşvik edebilir.
Yine de ikinci tur Kılıçdaroğlu için olumlu bir haber olmayacak, çünkü doğrudan destek almak için ezeli rakibi Muharrem İnce ile pazarlık yapması gerekecek.
Böyle bir desteğin bedeli Kılıçdaroğlu için çok yüksek olabilir. İnce son haftalarda defalarca Millet İttifakı’nı hedef aldı ve Kılıçdaroğlu ile Akşener’i muhafazakâr ittifak ortaklarını terk ederek Vatan Partisi, İYİ Parti ve CHP arasında “ilkeli bir ittifak” kurmaya çağırdı.
Bu arada, ulusal medya ve bürokrasi üzerindeki kontrolüne güvenen Erdoğan, ilk turdan sonra da Kılıçdaroğlu’na karşı canlı bir kampanya yürütebilir.
Cumhur İttifakı’nın parlamentoda çoğunluğu elde etmesi durumunda Erdoğan bölünmüş hükümetin tehlikelerine vurgu yapacak ve seçmenlerden ikinci turda oylarını bölmemelerini isteyecektir.
İktidar bloğunun meclis çoğunluğunu sağlayamaması halinde ise Erdoğan, aksi takdirde Kürt yanlısı bloğun mecliste kilit aktör olarak ortaya çıkacağını öne sürerek bazı Türk milliyetçisi seçmenleri kendisini desteklemeleri için korkutmaya çalışacaktır.
Nihayetinde muhalefetin karşılaşacağı en büyük zorluk, Erdoğan’ın seçim usulsüzlükleri yoluyla iktidara tutunmaya çalışması ihtimali olabilir.
Türkiye’nin nispeten temiz seçimler yapma konusunda uzun bir geçmişi olmasına rağmen, Erdoğan’ın yönetimi altında artan otoriterleşme, Seçim Dürüstlüğü Projesi‘ne göre ülkeyi 167 ülke arasında 123. sıraya itti. Yüksek Seçim Kurulu (YSK) yakın zamanda 2019 İstanbul belediye başkanlığı seçimlerinin tekrarlanması gibi hükümetin lehine tartışmalı kararlar aldı.
Son olarak YSK, Anayasa’da “bir kişi ancak iki kez cumhurbaşkanı seçilebilir” denmesine rağmen Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı seçimlerinde üçüncü kez aday olabilmesi lehinde karar verdi.
Bu seçimde büyük çaplı bir hile beklenmese de, küçük partizan müdahaleler bile başa baş giden bir yarışta dengeleri değiştirebilir.
Türkiye’deki muhalefet partileri bu sonucu engellemek amacıyla ülke genelindeki yaklaşık 200 bin sandığın her birine gözlemci atamak için yoğun bir kampanya yürütüyor.
Ancak bu çabalar iki alanda yetersiz kalabilir.
İlk olarak, yakın zamanda meydana gelen deprem seçimlere ilişkin yüksek düzeyde bir belirsizlik yarattı. Daha önce oy verme merkezi olarak belirlenen birçok okul ya hasar görmüş ya da yıkıldı. Afet bölgesinde oy verme işleminin nerede yapılacağı ve muhalefet partilerinin bu süreci denetlemek için yeterli sayıda gönüllüye sahip olup olmayacağı belli değil. Deprem bölgesini terk eden yüz binlerce seçmen yeni adreslerinde oy kullanmak için kayıt yaptırmadı.
İkinci olarak, HDP’nin kapatma davasını atlatarak adaylarını Yeşil Sol Parti adı altında gösterme kararı, kalelerindeki sandıkları koruma çabalarını zorlaştıracak. Sadece en yüksek oy oranına sahip ilk beş parti her sandıkta seçim gözlemcisi atayabildiğinden, HDP’nin kararı (2018 seçimlerinde 3. parti) bu hakkı kaybedecek, muhalefetin Kürt nüfusun yoğun olduğu illerde seçim sürecini denetleme kapasitesini zayıflatacak.
Seçimlere kısa süre kala, muhalefetin zaferiyle Türk demokrasisinin yeniden inşası güvence altına alınmış olmaktan çok uzak. Seçimlerin sonucu şüphesiz Türkiye’nin hangi yöne gideceği açısından kritik olacak ve jeopolitik etkileri derin olacak.
Ayrıca, depremin geride bıraktığı fiziksel enkazın yanı sıra ekonomik, adli, kurumsal ve sosyal enkazın büyüklüğü de seçim sonrası siyaseti zorlayacak gibi görünüyor.
Dolayısıyla, ülkenin kendisini bir erken seçime gitmek zorunda bulması şaşırtıcı olmayacak, tabii Erdoğan kazanıp bu enkazı bahane ederek Türkiye’yi resmen Tunus tarzı bir otokrasiye dönüştürmezse.
Yazının orijinaline buradan ulaşabilirsiniz