Türkiye’de 1950 seçimleri ile kurulan, darbelerle örselenen çeyrek demokrasi düzeninden kala kala elimizde sadece sandıklar kaldı. Gerisi berhava.
Hiçbir zaman topluma hak ve özgürlük nefesi aldırmayan, çoğu sözde özerk yapıların tabutuna son çiviyi 2017 referandumu koymuştu. Şimdi seçmen, tek kalmış bir kanaldan nefes borusu açmak gibi bir görevle başbaşa bırakılmış halde.
Bu hale gelinmesinde muhalefetin son on yıldaki gönüllü payının muhasebesini bir yana veya sonraya bırakalım. Peki, artık son turuna girdiğimiz seçimler, sağlı sollu medyada iddia edildiği gibi seçmen tercihlerini netleştirecek saf bir aritmetik denklemle mi sınırlı? Başka deyişle, yüzdeler yerli yerine oturunca seçim-sayım sürecinde her şey yerli yerine oturmuş mu olacak?
Kültürümüzün gözeneklerine sinmiş olan zihin tembelliği, yüzeysellik, “acilcilik” ve ideolojik mahpusluk bize genel söylem üzerinden bunu öneriyor. Kuşkuculuğa yer yok. Hakikatin, aykırı-zıt görüşlerin centilmence maçından belireceği kuralı yerine çare, beğenilmeyen, hoşa gitmeyen görüşlerin aşağılanması veya susturulmaya çalışılmasında bulunuyor.
Geçelim.
14 Mayıs – 28 Mayıs seçimleri eğer “tarihi” veya “varoluşsal” iseler, elbette ki bir aritmetiğe indirgenemezler. Kaldı ki, önceki seçimlerin pek çoğunda olduğu gibi, sui generis bir memleket olan Türkiye’de seçim sonuçlarını seçmen kadar, hatta ondan da fazla, başka faktörler etkiliyor. Sandıkların, bir önceki referandumun sorgulanacağı – ve her şeyin tek bir kişiyi “gönderme”ye indirgendiği – bir referanduma dönüştüğü ortadayken, bu faktörlerin seçmenin iradesinin önüne geçtiği de öne sürülebilir.
Hal böyle ise, seçmen oyu ile sonuç arasında – önem sırasıyla – üç temel dış faktörün olduğu da gayet açık.
Bunlardan ilki, devlet bürokrasisi. Bu faktör, bir “gölge vesayet unsuru” olarak 1950 sonrası Türkiye’de her zaman sonucu ya belirledi veya onayladı. Bu gölge yapı içinde hangi klik(ler) hakim olduysa, onlar yaygın tabirle “derin devlet” adını aldılar. Bu kliklerin ortak paydası, nihai aşamada, devletin “değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek” paradigmalarını kollamak ve gerekli hallerde bunun savunulması adına harekete geçmekti.
Ancak, son on yılda Erdoğan ve müttefiklerinin sergilediği “ağır çekim darbe” silsilesi ve “yönetim mühendisliği” sonucunda devlet bürokrasisi içindeki denklemlerde yaşanan niceliksel değişim, seçim sonucunu – muhalefet coşkusunun aksine – kestirmenin hiç de kolay olmayacağını gösteriyor. Üsküdarı geçen at, bir kez daha rahatlıkla geçebilir.
Kilit kelime, kadrolaşma.
Euronews’de yer alan bir toparlama yeterince fikir verebilir: Erdoğan’ın eski düşmanlarıyla kurduğu iktidar yapısının tercih ve kararları sonucu, ordu içinde en az 20 bin subay tasfiye edildi. Yargıda, toplam kadronun yarıya yakını – ki bunların çoğu mesleki tecrübe kriterlerinden yoksun, partizan kadrolar – OHAL marifetiyle atılanların yerine işe alındılar. Ayrıca yine 2017 referandumunun tanıdığı yetkiler kullanılarak, 130 binin üzerinde kamu çalışanı kararnamelerle işten atıldı. Bunlara, son 7 yıl içinde ulufe gibi dağıtılan kamu sektörü istihdam dalgasını, ve eğitim, adalet ve içişleri gibi kilit bakanlıklardaki muazzam iktidar yanlısı kadrolaşmayı da ekleyelim.
Ülkede son on yıldır iyice su yüzüne vuran liyakat yokluğunu, görevi kötüye kullanmaları ve ahlaksızlığı, bir başka deyişle “iktidar tepesinin suça ortaklığını” hesaba katarsak, sayıları yüzbinleri bulan merkezi ve yerel partizan kadroların seçim sonucuyla ilgili tercihlerinin, sıradan seçmenin tercihlerini nasıl tehlikeye atacağı da netleşir. Bu kadroları korku sarmış olabilir, bu da aile ve çevrelerindeki çok daha fazla seçmeni etkileyecek bir olgu.
Devlet içi faktörlere RTÜK ve BTK, ama asıl önemlisi kararları temyiz edilemeyen ve son yapısı bizzat Saray tarafından şekillendirilmiş YSK’yi ekleyelim. Kurumun 11 üyesinin ezici çoğunluğu İmam-Hatip mezunu ve – iddialara göre – Hakyolcu. YSK’nin, günün sonunda nasıl davranacağını bilemiyoruz. Aksini iddia etmek, bir hüznü kuruntu ile sınırlıdır.
Muhalefet ne kadar uyarırsa uyarsın, geçmiş tecrübeler de gösteriyor ki, Türkiye “oldu bitti” süreçlerine alıştırılmış bir topluma; ne sokakta hak arayan ne de pasif direnişe aşina bir kültüre sahip. Bunun istisnası HDP/YSP destekçisi Kürt seçmenler, ama onlar da bu denklem içinde, eğer devlet bürokrasisi “beka” paniğine kapılırsa, bir baskı dalgasının bahanesine dönüşüveriyorlar.
Denklemi an itibarıyla bulandıran bir başka faktör daha var. 2015 yazından itibaren Erdoğan’ın eski düşmanlarıyla kurduğu taktik ittifak, kısmen çözülmüş durumda. İYİP’nin masada süren varlığı, güvenlik bürokrasisinde bir kaymayı ima ediyor, ama asıl önemlisi, yargı ve ordu içinde bazı kilit yerlerde duran Vatan Partisi unsuru bürokratların, Erdoğan-Perinçek arasındaki soğuma nedeniyle ne yapacağının bilinmediği.
Diğer yandan, Erdoğan adına bir başarı öyküsü olan “sınai militarizasyon” bu şahin müttefiklerinin canla başla desteklediği bir hamle.
Bu kesimler hangi yönde tercih kullanacak? Önemli bir soru.
Kısacası, aşırı hayallere kapılmak yerine, soruya odaklanmakta yarar var. 2013’ten bu yana sert otokrasinin taşlarını başarıyla döşeyen Erdoğan için, bu seçimler – muhalefet sözcülerinin iddia ettiğinin tersine – 2019 yerel seçimlerinde yaşananların çok ötesinde. Erdoğan İstanbul hezimetinden ders çıkardı mı? Çıkarır mı? Muhtemelen evet. 14 Mayıs, onun en büyük kumarı.
Dolayısıyla yurttaş iradesine saygı yerine, gasp olasılığı daha yüksek. Ve sonuna kadar da öyle kalacak.
İkinci olgu: Medya. Sınır Tanımayan Gazeteciler’in (RSF) son “medya özgürlüğü endeksi”nde Türkiye’nin görülmemiş bir dikey düşüşle 180 ülke içinde 149’uncu sıradan 165’e, “vahim” kategorisine inmesi, seçimler gözönüne alındığında, son derece kaygılandırıcı bir tablo. Rejimin son birkaç hafta içinde, Kürt illerinde güvenlik ve sayım netliği için anahtar rolündeki Kürt medyasının belkemiğini kırma hamlesi de niyetin ne olduğunu gösteriyor: Bu hamle başarılı olursa, 13 Kürt ilindeki oylar rahatlıkla çalınabilir. Şu gerçekler de ortada: Bir kısmına yozlaşmış sözde tarafsız patronların sahip olduğu TV kanallarına hükmettiği sürece, ve sayım sürecinde veri tekeli iktidar güdümündeki Anadolu Ajansı’nda kaldığı sürece, Erdoğan koşuyu birkaç tur önde götürecek. Çünkü iyice partizanlaşmış ve sertleşmiş iki medya kesimi arasında sıkışmış seçmenin, kamuoyunun kuşkularını giderecek güçte bağımsız medya kuruluşu epeydir yok Türkiye’de.
Son olarak, seçim sonucuna Rusya ve Saudi Arabistan gibi Erdoğan açısından kilit ülkelerin nasıl baktığı da – her ne kadar bu konu geçiştirilse de – önem atfetmekte yarar var. Son haftalarda Ankara ile Moskova arasında artan ziyaret trafiğinin bu konuyu gündemine almadığını düşünmek saflık olur. Erdoğan yönetimi, özellikle Avrasyacı diye bilinen kesimin devlet katmalarında güç kazanması ile, Putin yönetimi açısından son derece kullanışlı oldu. Üstelik bu mevcut küresel konjonktürde kolay kolay vazgeçileek bir rol değil; özellikle Putin ile Erdoğan’ın siyasi çizgilerinde oluşan kader birliği hesaba katıldığında. Kremlin’in ABD ve bazı AB ülkelerinde seçimlere müdahalesine dair haberler doğru ise, aynı şey, güvenlik ve yapı kargaşası açısından çok daha kırılgan olan Türkiye’de neden yaşanmasın?
Yukarıda ifade edilen görüş ve düşünceler yazar(lar)a aittir ve FTP’nin görüş ve düşüncelerini yansıtmamaktadır.