Çok uzun süre hükümet etmek diye bir şey var. Yaklaşık on yıl görevde kaldıktan sonra, politikacıların bir zamanlar ulusun nabzını doğal bir şekilde tutmaları seçmenlerin hoşuna gitmemeye başlar. Thatcher, Blair ve de Gaulle zamanlarının dolduğunu gördüler.
Peki ya Recep Tayyip Erdoğan? Türkiye’yi 2003’ten beri başbakan ve 2014’ten beri de cumhurbaşkanı olarak yönetiyor. Ve bu Pazar, “siyasi yerçekimi”ne meydan okumaya çalışacak.
Kamuoyu yoklamaları Türkiye’deki seçimlerde net bir sonuca işaret etmiyor. Pazar günü yapılacak ilk turda hiçbir cumhurbaşkanı adayının oyların yüzde 50’sini alamayacağını ve Erdoğan’ın başlıca – ve pek de karizmatik olmayan rakibi – eski bürokrat Kemal Kılıçdaroğlu’nun ikinci turda öne geçme şansının yüksek olduğunu gösteriyor.
Bu, Erdoğan’ın kendi ipiyle kuyuya inmesi anlamına gelecek. Çünkü kendi mamulatı olan süper başkanlık sistemi altında, şimdi oyların mutlak çoğunluğunu alması gerekiyor.
Erdoğan sonrası dönem mutlaka daha sakin olmayacak. Tek adam yönetimi ile, birbirinden çok farklı altı koalisyon ortağı arasında uzlaşma sağlamaya çalışan – ve yedinci bir Kürt yanlısı parti tarafından desteklenen – bir hükümet arasında tezat var.
Mahkemelere, Merkez Bankası’na, eğitim sistemine ve hatta polise bağımsızlıklarını iade etmek zor olacak.
Erdoğan halefine miras olaral kaos da bırakacak. Başbakan olarak 2000’lerde Türkiye’yi ekonomik açıdan tepeye çıkardıysa da, Cumhurbaşkanı Erdoğan olarak tekrar aşağı indiren de kendisi.
Son birkaç yıl gerçek anlamda ekonomik zorlukların yaşandığı yıllar oldu. Eşitsizlik arttı. Enflasyon şu anda yüzde 45 civarında – çoğu iktisatçı özelde gerçek rakamın çok daha yüksek olduğuna inanıyor. Pazar günkü seçimlerden önce hükümet ekonomiye para pompalamakta ve rezervleri eritmekte.
Daha bu hafta Cumhurbaşkanı kamu çalışanlarına yüzde 45 zam yapılacağını açıkladı. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde, yatırımcılar olası bir ‘kur sarsıntısı’ – devalüasyon ya da daha sıkı kur kontrolleri – karşısında tedirgin.
İlginçtir ki, Erdoğan’ın eski yardımcısı Ekonomi Bakanı Ali Babacan şu anda eski patronuna karşı kurulu olan koalisyonun bir parçası. Burada geleneksel, ihtiyatlı politika ile “Erdo-ekonomi” arasında net bir seçim söz konusu.
Geçtiğimiz Şubat ayında meydana gelen ve tüm şehirleri yerle bir eden ve 50 binden fazla insanın ölümüne neden olan korkunç depremin – her ne kadar yıkımın büyük bir kısmı resmi makamların imar ihlallerine göz yummasının sonucu olsa da – Erdoğan taraftarlarını hayal kırıklığına uğrattığı söylenemez. Depremin vurduğu bölgelerde, yardım çalışmalarından kimin siyasi pay alacağı konusunda yakışıksız bir itiş kakış yaşanmış, resmi devlet kurumu kendi logosunu başkalarının yardımlarının üzerine yapıştırmıştı.
Dolayısıyla deprem Erdoğan ve Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AK Parti) desteğini erozyona uğratmamış olsa da, bu felaketin Erdoğan’ın kararsız seçmenlerden çok ihtiyaç duyduğu yüzde puanlarını kazanmasını sağlaması pek olası değil.
Dahası, Erdoğan’a karşı muhalefetin bir şekilde gayrimeşru olduğu düşüncesi var. İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, yaklaşan seçimleri ‘Batı’nın siyasi darbe girişimi’ olarak nitelendirdi. Partisi AKP ile ittifak halinde olan Devlet Bahçeli muhalefeti hapis ve hatta ölümle tehdit etti. Bir mitingde “Bu hainler alsalar alsalar ağırlaştırılmış ya müebbet ceza alırlar ya da vücutlarına mermi alırlar” dedi.
Elbette her iki tarafta da yoğun bir öfke var. Tanıdığım bir baba, kızının özel okuldaki sınıf arkadaşları arasında Erdoğan’ın kazanmasından gerçekten korkulduğunu ve bunun gerçekleşmesi halinde beş arkadaşının ailesinin şimdiden yurtdışına göç etme planları yaptığını söylüyor.
Yine de genel olarak muhalefet üstüne yağan taşları savuşturmaya çalıştı. Kılıçdaroğlu, İslam’ın bir kolu olmasına rağmen Sünni çoğunluk tarafından sıklıkla aşağılanan başlıca dini azınlık olan Alevilik kökenlerini açıkça kabul ettiği için bir miktar saygı gördü. Bu hem bir hoşgörü çağrısı hem de bu kimliği kendisine karşı kullanma girişimlerinin önünü kesmek için bir araçtı.
Yaygın olarak verilen bir rakam, AKP’nin şu anda medyanın yaklaşık yüzde 90’ının mutlak sadakatine sahip olduğu. Ayrıca sosyal medya trollerinden oluşan bir orduya da komuta ettiği söyleniyor. Kamusal anlatıyı dikte etme kabiliyeti tartışma götürmez görünüyor.
Ancak elinin altında bu kadar çok medya mühimmatı varken rejim hala güvensiz. Sadece gazeteciler değil, okul çocukları bile eleştirel tweetleri nedeniyle gözaltına alınıyor.
İktidar partisi “Kulturkampf”ında (Kültür Savaşı) önemli zaferler elde etmiş olsa da, artık bu avaşı kaybediyor olabilir.
Mesele karşı tarafın kazanmasından çok, çatışma ve kutuplaşmaya, ihanet suçlamalarına ve arsızca isim takmaya dayalı bir söylem tarzının artık işe yaramıyor olması.
Pazar günü Erdoğan siyasi kaderiyle yüzleşecek.
Bu yazı, Spectator dergisindeki orijinalinden FTP tarafından çevrilerek yayınlandı. Makalede ifade edilen görüş ve düşünceler yazar(lar)a aittir ve FTP’nin görüş ve düşüncelerini yansıtmamaktadır.