Cumhuriyeti kuran önderler çoğunlukla asker olarak eğitilmişler, sonra da sivilleşip devletin çeşitli kademelerinde görev almışlardı. Türkiye cumhuriyetinin bu kurucu kadrosunun askeri geçmişi Türk devletini bugün de olumsuz etkilemeye devam ediyor.
Ordunun siyasete girmesinin kökleri aslında Cumhuriyet öncesine, Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerine ve özellikle de Jön Türklerin Osmanlı sultanının yönetimine müdahale etmek için harekete geçmelerini sağlayan proto-milliyetçiliğe kadar uzanmakta.
Osmanlı devletinin Batılılaşması 1789’da özellikle orduda düzenli reformları savunan Sultan III. Selim’in iktidara gelmesiyle başlamış ve 1839, 1856 ve 1876 devlet reformlarının Osmanlı toplumunu, özellikle de azınlık milletlerinin haklarını eşit kılma çabalarıyla devam etmiştir.
Ancak bu ‘yukarıdan aşağıya’ yani devlet eliyle toplumu inşa edip geiştirme amaçlı Batılılaşma çabaları 1908’de Osmanlı Parlamentosu’nun yeniden toplanıp böylece ‘aşağıdan yukarıya’ yani toplumdan insanların da devlet yönetimine katılmasını sağlayan Jön Türk devrimiyle yön değiştirdi.
Bu devrimin gerçekleşmesindeki en büyük unsur, İttihat ve Terakki’nin Avrupa’da sürgünde çıkardığı Meşveret dergisinin ve cemiyetin başında olan Ahmed Rıza’nın yüksek rütbeli askerleri gizli komitelerine aktif olarak katılmaya davet etmesiydi.
Nitekim bu davetin akabinde Cemiyet’e katılan askerler, zamanın Sultanı II. Abdülhamid’e Balkanlar’da başkaldırmış ve Meşrutiyet’i tekrar geri getirmesine yol açmıştı. Bu İttihatçı askerlerden büyük kısmı orduda kalıp bir kısmı da siyasete katıldı.
Ancak yeni kurulan hükümetler henüz sorunları barışla çözecek siyasi bir alt yapı geliştiremediklerinden ve askerlerin de çözümleri sürekli savaşla sağlaması manen ve maddeten çok yıpratıcı olduğundan, bu süre içinde çözümleri gizli olarak şiddetle halledecek bir Özel Teşkilat (Teşkilat-ı Mahsusa, bundan sonra TM) önem kazandı.
Bu teşkilat, 1911-1912 arasında Libya’da İtalyan’larla savaşırken sınır ötesi saldırılarla İtalyan işgalini bozguna uğratmak için bir grup Osmanlı askeri tarafından kuruldu. Örgüt bu gizli şiddete 1912-1913 Balkan Savaşları’nda da devam etti.
İttihatçılar, Bab-ı Ali baskınından sonra iktidara geldiklerinde, bu gizli örgütü, önce başta gazeteciler olmak üzere birçok siyasi muhaliflerine suikast düzenlemek için kullandılar.
Sonra da TM, 1914’te Birinci Dünya Savaşı öncesinde Ege kıyılarında yaşayan Osmanlı Rum tebaasına güvenmediklerinden dolayı gizli şiddet uyguladı: dükkan ve evleri yağmaladı, kundakladı ve ateşe verdi; insanlara da tecavüz edip öldürdü.
Bu organize terör sonucu 300 bin kadar Rum nüfus binlerce yıl yaşadıkları ata topraklarından Yunanistan’a kaçtı. Rum tebaaya yönelik şiddet eylemlerini yöneten, ilk önce 1907’de Bursa’da sivil TM üyeliğine yemin eden, daha sonra da Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı ve Cumhurbaşkanı mevkilerine getirilen Celal Bayar’dı.
6-7 Eylül 1955 olaylarında azınlıklara karşı benzer şiddet kullanıldığında Cumhurbaşkanı olan Bayar’ın olayları operasyon olarak tezgahlayan orduya karşı durmamasının nedeni de bu geçmişiydi.
TM, Birinci Dünya Savaşı sırasında Doktor Bahaeddin Şakir önderliğnde 1915’ten itibaren imparatorluk genelinde Ermeni tebaaya karşı soykırım işlenmesine yardımcı oldu. Şiddet dolu ‘Ermeni Tehciri’ sürecinde yer alan TM üyesi Şükrü Kaya, sonra kurulan Türkiye Cumhuriyet’inde İçişleri Bakanı oldu ve 1925’ten sonra Kürtlere karşı da aynı benzer yöntemleri kullandı.
İşte böylece yasadışı şiddet sarmalı olan TM, imparatorluktan cumhuriyete askerlerle beraber geçen gizli bir istihbarat örgütü olarak genelkurmaya bağlanan Milli İstihbarat Teşkilatı’nın da (MİT) özünü oluşturdu.
Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana da, MİT’le ordunun kurduğu özel hukuk dışı milliyetçi para-militer örgütlerin, ordunun devlet bekasını korumak için kendine muhalif gördüklerine uyguladıkları şiddet devam etti.
Bu hukuksuz toplumsal şiddet, Türk devleti ve toplumu üzerinde önemli sosyal tepki yarattı: Devleti yönetenler, sorunlarını gizli, yasadışı yollardan yukarıdan aşağıya şiddet uygulayarak halletmeyi öğrendiklerinden, aşağıdan yukarı yönde halktan kaynaklanan demokratik, barışçıl çözümlere ilgi göstermediler ve desteklemediler;. Devleti ve toplumu perde arkasından yönetmeye devam ettiler.
Bu gizli örgütte şiddet her zaman ilk akla gelen çözüm oldu, aynı bugün ordunun ve güvenlik güçlerinin önceliğinin de şiddet olması gibi. Bu devlet içindeki ‘gizli devlet’, artık sorunların her zaman hızlıca şiddetle çözülebileceğine inandığı için, insanlığın iyiliğine olan ahlaki inancını kaybetti ve Türkiye’ye barış ve demokrasi yerine güvenlik ve sıkı yönetim uygulamayı tercih etti.
Bu gizli devlet, kendi çıkarlarını ve devletin bekasını insanlık ve kendi vatandaşlarının güvencesi dahil her şeyin önüne koymaya başladı.
Bu bağlamda Kürtlere uygulanan şiddet en korkuncuydu. Sürekli uyguladıkları bu sıkı şiddeti meşrulaştırmak için de suçu devamlı Kürtlere atıp onları gereksiz şiddete vuran, ‘doğuştan terörist’ler olarak tanımlayıp bastırdılar.
Aslında bu tanımlar, Kürtlerden çok Türklere uygulansa daha anlamlı olurdu. Çünkü Kürtlerin başkaldırılarının asıl nedeni, Cumhuriyet’in yeni önderlerinin Cumhuriyet’in kuruluşunda Kürtlere yaptığı büyük siyasi şiddetti.
Kurtuluş Mücadelesi başladığında, mücadeleyi yöneten Mustafa Kemal (Atatürk), İsmet (İnönü) ve Kazım (Karabekir) Paşalar, Osmanlı’nın Birinci Dünya Savaşı’ndaki yenilgisinden sonra imzalanan 1920 Sevr Antlaşması uyarınca kurulması öngörülen Ermeni ve Kürt devletlerine karşı, Kürtlere kendi saflarına katılmaları karşılığında yerel egemenlik teklif ettiler.
Bu duruşlarını da Kürtler ve Türklerin, Ermeniler ve Rumlara karşı kendi devletlerini kurmak için birleşen iki ‘asil ırk’ ve yeni devletin iki ‘kurucu unsuru’ olduklarını belirterek desteklediler.
Aslında Paşaların bu bakış açısına, Kurtuluş Mücadelesi sırasında kurulan ilk Millet Meclisi’nın (1920-1922) milletvekili dağılımı da destek veriyordu. Zira bu ilk meclisin milletvekillerinden dörtte biri Kürtlerden oluşuyordu.
Kürtler, Türklerle beraber Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu unsuru oldukları halde resmi tarihten şiddetle silindiler: O tarihten sonra, bugüne kadar yapılan bütün meclis seçimlerinde adaylar, çoğunlukla başkentten, partileri tarafından, genellikle tanımadıkları ya da neredeyse hiç bir yerel bağlantıları olmayan bölgelere atanır hale geldi.
Yani karar alma mekanizmaları yine yukarıdan aşağıya doğru işledi ve yerelle ilişki kuramadığından ortaya çıkan siyasi sistem, halktan kopuk devlet hükümranlığını desteklemeye devam etti.
Cumhuriyet’i kuran Türk kadronun Sevres Antlaşmasına karşı Kürt ileri gelenleriyle ortak tavır alması, Milli Mücadele’nin Kürt desteğiyle kazanılması sonunda imzalanan 1923 Lozan Antlaşması ile hükümsüz hale getirildi.
Akabinde ilan edilen Cumhuriyet’te Kürtlerin ortaklığı tamamiyle silinip üniter bir devlet yapısı öngörüldü. Kürtler de haklı olarak buna tepki gösterdiklerinden çatışmalar başladı — bu sorun hala çözülmediğinden bu çatışmalar bugün de devam ediyor.
Yeni Türk Cumhuriyet’inin kadroları, Lozan antlaşmasıyla Batı tarafından tanındıktan sonra, Kürtlere verdikleri söz ve teminattan dönmekle kalmadı, her fırsatta toplumsal şiddeti ilk başlatanın Türkler değil Kürtler olduğunu iddia ederek, onları kendi ata topraklarında, anayurtlarında şiddetle ezmeye devam ettiler.
Bugüne kadar devlet tarafından biz Türkiye sivil toplumunun üyelerine, ülkemizin bu sahte resmi tarihini araştırıp, tartışıp itiraz etmek için yeterli düşünce özgürlüğü verilmedi. Özellikle azınlıklar ve azınlıkları destekleyenler, Türk devleti tarafından ödüllendirilmek yerine cezalandırıldılar.
Türk ordusu da Türkiye’yi “demokratik perde” arkasından yönetmeye devam ederken, sürekli olarak Türk devletini ve onun şekillendirdiği Türk ulusunu ön plana çıkardı ve kutsadı.
Bu sürede, geç Osmanlı devleti ve sonra da Türkiye Cumhuriyeti tarafından azınlıklara, yani Alevilere, kadınlara, Kürtlere, Romanlara, Süryanilere, Solculara, Sosyalistlere ve Komünistlere karşı uygulanan hesapsız şiddet sadece devlet içinde değil, Türkiye toplumu nezdinde de normalleştirildi, doğallaştırıldı.
Böylece Türkiye, kanunlarla değil, askerlerin güvenlik istekleri doğrultusunda oluşturdukları önceliklere göre yönetildi.
Faillerin hiçbiri suçlarından sorumlu tutulmadı ve cezalandırılmadı. Aksine, her zaman kendilerinden çok daha az güce sahip olan bu azınlıkları ‘yendikleri’ için genellikle ‘ulusal’ kahramanlar olarak kutsandılar.
Türkiye yurttaşları da kendilerine yönelik bu şiddeti doğallaştırdı ve bu süreç boyunca asla isyan etmeyen ‘itaatkâr’ yurttaşlar haline geldi.
Türkiye tarihinde Kürtlerin yanısıra özgürlük ve demokrasi isteyen ve direniş gösterebilen diğer iki toplumsal grup, sendikaları da içeren siyasi sol ve öğrenci hareketleriydi. Ancak her iki hareket de, özellikle Soğuk Savaş döneminde, kendi azınlıklarına karşı sistematik olarak şiddet uygulayan bir başka şiddet yanlısı ülkenin, yani ABD’nin desteğiyle yok edildi.
Soğuk Savaş’ın 1989’da sona ermesinden sonra, ordunun ve derin devletin, Türk devleti, hükümetleri ve toplumu üzerindeki etkisi devam etti. Ancak 2002’de Erdoğan liderliğindeki AKP’nin, ordu istemediği halde parti kurup siyasete katılıp iktidara gelmesiyle İslamcı sağ, kurulu devlet düzenine meydan okudu.
Erdoğan ne bir asker ne de bir devlet adamıydı; sadece İstanbul’da mütevazi bir aileden gelen bir “sözde üniversite mezunu”ydu. Ancak siyasete girdi, İstanbul belediye başkanlığına kadar yükseldi, beğeni gören bir iş çıkardı ve ardından da ordunun Türkiye üzerindeki hakimiyetine başarılı bir şekilde meydan okumak için muhafazakar siyasete girdi.
Bu süreçte Türk ordusu ve derin devlet ilerici merkez sol siyasi partileri, örgütleri ya da halkları çoktan yok ettiğinden, CHP de devletle özdeşleşip oy kaybettiğinden, muhafazakar merkez sağ kolaylıkla tüm siyasete hakim oldu.
Dolayısıyla Türkiye’de bugüne kadar bir yandan bu şiddetin, diğer yandan da hesap verilebilirlik eksikliğinin kontrolsüz bir şekilde devam etmiş olması tesadüf değil. Aslında bu şiddetin büyük bir kısmı hala ordu ve derin devlet tarafından yaratılıp destekleniyor.
Türk siyasetindeki askeri etkinin kalıntısı olan derin devlet de, gücünü anti-demokratik bağlamda devam ettirebilmek için şu an Cumhurbaşkanı Erdoğan ile gizli bir koalisyon kurmuş gibi görünmekte.
Bundan sonra Türkiye’de herhangi bir siyasi partinin demokratik yollardan seçim kazanmasının imkansız olduğunu düşünüyorum. Bu son derece üzücü bir siyasi kabus çünkü otoriter bir derin devlet, otoriter bir Cumhurbaşkanı ile koalisyon kurarak Türkiye’yi sonsuza kadar yönetirken, yurttaşların devlet güdümündeki sözde demokrasiyle yetinmesini istiyor.
Sosyal hareketler literatürü bu konumda olan toplumların siyasetin dışına çıkarak koalisyonlarla sivil toplum hareketleri oluşturmasını salık veriyor. Nitekim Erdoğan’ın 2013 Gezi olaylarından çok korkmasının nedeni de, böyle bir sivil toplum hareketinin aniden İstanbul’un göbeğinde her türlü azınlığın birlikte kendi siyasetine karşı çıkmasıydı.
Gezi olaylarının “sözde faillerinin” bulunup haksız hukuksuz, olaylardan on yıl sonra hala hapiste tutulmalarının nedeni de, bu hareketin bir sivil itaatsızlık hareketi olduğunu halka ve Batı’ya unutturmaktı.
Kanımca Türkiye’ye bu aşamada demokrasi getirmenin tek yolu, Erdoğan’ın karşısında laik beyaz Türklerin, başta Kürtler olmak üzere bütün azınlıklaştırılmış gruplarla biraraya gelerek harekete geçmesidir.
Yani toplum bu aşamada hala devlet ve ordunun tahakkümü altında olduğu barizleşen siyasi partiler etrafında değil, Erdoğan’ın siyasi yönetiminde çektikleri çeşitli maddi, manevi, fiziki, siyasi, dini, ırksal ve benzeri ortak acıların etrafında biraraya gelmelidir.
Ancak bu şekilde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın hegemonyası altına alıp ayrıcalıklarla donattığı ‘Erdoğan ulusu’nu oluşturan vatandaşlarının karşısında demokratik bir duruş sergileyebilirler.
Böyle bir harekete, demokraside eşit, barışçıl ve rahat bir şekilde bir arada yaşamak isteyen özellikle batıdaki laik Türkler, ortadaki Aleviler ve doğudaki Kürtler öncülük etmelidir.
Ancak o zaman Türkiye’de demokrasi, bugün Türkiye’ye ‘çökmüş’ aşırı milliyetçi, İslamcı ve ırkçıların pençesinden kurtulabilir.
Makalede ifade edilen görüş ve düşünceler yazar(lar)a aittir ve FTP’nin görüş ve düşüncelerini yansıtmamaktadır.