Tarihçi Eric Hobsbawm, Fransız Devrimi ile açılan çağı “Devrimler Çağı” olarak adlandırmıştı. Evet, Avrupa ondokuzuncu yüzyılı devrim amaçlayan başkaldırma eylemleriyle geçirdi. Kıtanın batısında patlak veren devrim girişimlerinde taleplerin, sıkıntıların kaynağı toplumsaldı, yani sorunlar sınıfsal bir temele dayanıyordu. Sanayide öncü rolü oynayan “Batı” yeni sınıflaşmanın da, sınıf sömürüsünün de başlıca aktörüydü. Mücadele burjuvaziye karşı veriliyordu.
Avrupa’nın doğusunda da ayaklanmalar eksik olmuyordu, ama bunların içeriği farklıydı: sorun, “ulusal”dı. Çünkü kıtanın bu tarafında üç çok-uluslu imparatorluk yer alıyordu. “Kara” imparatorluklarıydı bunlar: Osmanlı, Rus ve Avusturya İmparatorlukları. Buralarda egemen etnisitenin dışında kalan halklar kendi bağımsız devletlerini kurma çabası içindeydiler. 19. yüzyılın ilk çeyreğinde bu ulusal hareketler Latin Amerika’da da yayıldı ve başarıya ulaştı.
İki farklı mücadele tipi iki farklı siyasi örgütlenme getirdi. Sınıfsal temelli mücadelelerde baş rol işçi sınıfına kalıyordu. Ulusal temel ve ulusal bağımsızlık sözkonusu olduğunda hareketin başında bir tür “ulusal koalisyon” görüyorduk. Burada intelicensiya belirleyici bir konumda oluyordu ve sınıf üstünde durmadan ulusun bütününü mücadelenin içine çekmeye çalışıyordu.
Gene Hobsbawm’ın anlattığı gibi Avrupa’da siyasi ve askeri denge, her biri dünyaya egemen olmak isteğiyle yatıp kalkan Batılı devletlerin gözlerini Avrupa dışına çevirdi.
Böylece, imparatorluk dönemi başladı ve kısa zamanda dünyanın büyük bir kısmı “kolonize” edildi. Böylece, Avrupa’da başlayan çekişme dünya yüzeyine yayıldı. Bu koşullarda “anti-emperyalist” mücadele örnekleri ortaya çıktı. Dünyada “en emperyalist” olmayı başaran Britanya İmparatorluğu olduğuna göre, bu gibi direnişlerin “doğum yeri”nin de orası olması normaldi.
Kolonizasyona karşı mücadelede Hindistan başı çekti. İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminde, Hindistan’ın “sömürge” tarihinin de sonu gelmişti. Bu mücadeleyi her aşamasında başarıyla götüren Congress Partisi ülkenin, toplumun “kurtarıcısı” olarak yeni Hindistan’ı kurmaya girişti.
Gelişmelere genelleyici bir gözle baktığımızda Türkiye’nin içinden geçtiği süreç de bundan çok farklı değildir. Hindistan gibi Türkiye de eski bir imparatorluğun sahibiydi ve bunu kaybettikçe emperyalist Batı karşısında güç kaybetti. Ne var ki, Osmanlı toplumu bu süreçte Hindistan gibi “sömürge” olmadı.
Türkiye “sömürge” olmadı; ama Türkiye’de modernleşmenin tarihini yazanlar (dolayısıyla “retoriğini” yapanlar), böyle olmuş gibi bir ton tutturmaya karar verdiler.
Birinci Dünya Savaşı Avrupa’da “bağımsız olamayan halklar” çağını sona erdiren büyük olay olmuştur. Bu süreçte ABD Başkanı Woodrow Wilson önemli bir rol oynamıştır. Finlandiya, üç Baltık devleti, Çekoslovakya, Macaristan, Yugoslavya Avrupa kıtasında kurulan yeni devletler oldu; Polonya yeniden biçimlendi. Romanya’nın, Bulgaristan’ın sınırları değişti. Ortadoğu’da Suriye ve Irak, Ürdün, daha sonra Suudi Arabistan kuruldu.
1917’de Bolşevik Devrimi’ni yaşayan Rusya kurduğu “komünist” rejimde etnisiteye dayalı bir hegemonyaya kesinlikle izin verilmeyeceğini garanti ettiğine kendi uçsuz bucaksız topraklarında yaşayan halkları ikna etmeyi başardığı için orada kuzeydekiler dışında bir kopma olmadı.
Ukrayna, Belarus v.b. Sovyetler Birliği içinde cumhuriyet oldular. Bu arada Avusturya küçük bir ülke haline geldi ve Osmanlı devleti tarihe karıştı.
Ama Osmanlı devletinin dağılma süreci barışçı bir yol izlemedi.
Ermeni Kıyımı masanın üstünde duruyordu. Osmanlı’nın bittiğini ve Türkiye’nin kurulduğunu ilan edenlerin egemen olduğu bölgelerde Ermeni nüfus ciddi ölçüde azalmıştı. Ama Kafkasya’da bir “Ermenistan” meydana gelmişti. Kafkasya’nın karmaşık tarihi içinde burası Ermeniler’in toplanacağı bir “yurt” olarak görülebilirdi (Türkiye’nin pozisyonu).
Öte yandan, Yunanistan konusu vardı. Wilson’ın “self-determination” ilkelerinin geçerli olduğu bir dünyada Anadolu topraklarında yaşayan kalabalık Rum nüfus ne olacaktı? Bunların, üstünde yaşadıkları toprakla birlikte Yunanistan’a katılmaları, “İtilaf” güçlerinin Yunanistan’a savaşa girmesi karşılığı vaad ettiği ödüldü.
Burada baş rolü de Britanya oynuyordu. 19. yüzyılda Başbakan (Tory’lerden) Disraeli kısmen Rusya politikası nedeniyle Osmanlı (Türk) tarafına meyleden bir politika izlemişti. Büyük rakibi, Liberal Parti’nin lideri Gladstone ise düpedüz Türk düşmanıydı ve şimdi Britanya’da ona saygılı Liberaller iktidardaydı.
Ermeni Kıyımı, bütün Avrupa’da Türkler (Jön Türkler dahil) aleyhine hava yaratmıştı. Yunanistan ise şanlı “klasik” dönemiyle, Avrupa değerlerini var etmiş insanların mirasçısı olarak görülüyordu. Dolayısıyla savaşta da Almanya müttefiki olmayı seçen Türkler’i Avrupa’dan def etme zamanının geldiği liberal kamuoyunun ortak tutumunu oluşturuyordu. Liberaller böyle bakarken muhafazakar Avrupa’nın da Türkler’e sempatiyle yaklaştığı söylenemezdi.
Dolayısıyla Britanya savaş-sonrası dünyanın “orkestra şefi” olarak, Yunanistan’a “Buyurun, alacağınızı alın” dedi. İşlerin başında Osmanlı’dan lokmalar İtalya’ya vaad edildiği için İtalya şimdi bu yeni durum karşısında buruktu. Fransa, Britanya gibi kendini bağıtlamamıştı. Nitekim, Türk direnişi başladığında bu iki devlet Türkiye’ye karşı tavır almadılar ve önce İtalya, sonra da Fransa, kendi anlaşmalarını yapıp buradan çekildiler.
Britanya bu sürecin sonuna kadar Yunanistan’ı destekledi ama bunu hiçbir zaman “silahlı destek” haline getirmedi. Büyük Taarruz Türk zaferiyle sonuçlanınca da buralarda oyalanma yolunu seçmeden toparlanıp gittiler.
“İmparatorluk kaybetmek” kolay bir şey değil. Kaybetmenin getirdiği epey yara bere oluyor ve bunlar çok zaman fazla “akılcı” olmadan “tezahür” ediyor. “Övünme ihtiyacı” genellikle kendini gösteriyor.
Türkiye’de bir “Yedi düvele karşı savaşma ve kazanma” edebiyatı var ki bu pek doğru değil. Ermeniler, Rumlar gibi konularda Türkiye “mazlum” konumunda değil (Bu, onların her durumda “insancıl” davrandığı anlamına gelmiyor).
Sonuç olarak, bizim Yunanistan’la verdiğimiz bir savaş sözkonusu ve burada da “emperyalist Yunanistan” edebiyatı yapmak çok inandırıcı değil. Yunanistan altı yüzyıl kadar Osmanlı egemenliğinde yaşamış, Türkiye’ye göre çok küçük bir ülke.
Fransızlar’a karşı çok önemli olmayan birkaç çete savaşı dışında “emperyalist” bir güçle savaştığımız yok (yani Kurtuluş Savaşı’nda — ondan önce var elbet: Dünya Savaşı’nda).
Yazının başlığı CHP adını içeriyor ama epey yol almamıza rağmen henüz CHP konusuna gelmedik. CHP’nin içinden doğduğu uluslararası koşullara belirli bir perspektif içinde bakmaya çalışıyorum.
Bu arada İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Hindistan’ın bağımsızlığından da söz etmiştim. Onu kazandıran Congress Party ile Türkiye’yi kuran Cumhuriyet Halk Partisi arasında belirli ortaklıklar var. Bunlar “kurucu ulusal” partiler.
“Kuruculuk” devleti kurmakla bitmiyor: azgelişmişlik illetiyle de boğuşmak zorundalar. “Modernleşmek” diye bir görevleri var. Bunun yolunu bilmeyen ve zahmetine katlanmak istemeyen bir toplumu bu yolda harekete geçirmek için “Otoriter” olmaları gerekiyor. Otoriterliğin bir derecesini geçtiklerinde toplumda öfke ve tepki yaratıyorlar. Yaratılan kötü anılar kolay kolay unutulmuyor.
Congress gibi CHP de bu aşamalardan geçti. İlk “görevlerden” biri bir burjuvazi yaratmaktı. Yani, sermaye birikimi sağlamak. Katı “devletçilik” gerektiren bir çaba. Koruyucu gümrük duvarı arkasında artık değerden bir kısmını sermayedar olmaya aday kesime aktarmak…
Mümkünse, İttihatçılar gibi “vagon ticareti” türünden, bir ayağı korsanlığa, haydutluğa basan yöntemlere başvurmadan bunu yapmak (Ama, “Yavuz/Havuz v.b.) Tabii modernleşmenin daha bir yığın toplumsal gereği arasında bunları yapmak. Böylece “ilk birikimi” sağlamak.
Bu işlerin niçin yapılması gerektiğini, niçin böyle yöntemlerle yapılması gerektiğini seçkin kesime açıklayabilir, onları inandırabilirsiniz de. Ne olsa, yenileşmenin ilk faydasını görenler, meyvasını yiyenler onlar olacaktır. Yenileşme “hamlesi” ister istemez eğitimli seçkinlerin yönlendireceği bir hareket olacaktır. Toplum bunun etkin öznesi değil, edilgin nesnesi olabilir ancak.
Ağır yükler ve sevimsizliklerle dolu bir politika ve bir süreçten söz ediyorum. Zor, üstelik ucunda “mutlu son” görme imkanı kısıtlı bir yol yürünecek. Bazı azgelişmiş toplumlarda bu “kuruculuk” işlevini üstlenmiş siyasi kadro, ülkede rakipsiz olduğu için, bu koşullar sürdükçe sürer. Böyle sürmesinden sebeplenen asalak kesimlerin semirmesine imkan verilmiş olur. “Geçici” denilen düzen “kalıcı” hale gelir.
Türkiye’de Osmanlı geçmişi “meclis”, “demokrasi” gibi kavramların yerleşmese de konuşulduğu ve rağbet gördüğü bir siyaset ortamına izin veriyordu. Böylece İkinci Dünya Savaşı’nın demokratik cephenin zaferiyle bitmesi Türkiye’de de “tek-parti” rejiminin sonunu getirdi.
1950’de seçimle iktidar değişirken “ilk birikim” rejiminin de büyük ölçüde hedefine ulaştığı söylenebilir. Savaş yıllarının da ağırlaştırdığı “kahır dönemi” sona erebilirdi. Erdi.
Dolayısıyla Demokrat Parti iktidarı topluma soluk aldırdı, yüzünü güldürdü. İnönü’nün topluma bu imkanı tanımış olması önemlidir ve şimdi ona hakaret yağdırmakta yarışanları biraz düşündürmesi beklenir. CHP’nin “tekelci devlet kapitalizmi” yöntemi son derece itici bir rejimdi ama kendi aşılmasının şifrelerini de veriyordu. DP bunlardan yararlandı.
Burada Türkiye’ye özgü bir paradoksla karşılaştığımızı düşünüyorum. “Siyasi tarih” çerçevesinde baktığımızda çeşitli ideolojik kavgalar ve askeri darbelerle kesintili, kavgalı, çelişkili bir gidiş görüyoruz. “Ekonomik tarih”e de bunlar doğal olarak yansıyor; ama geniş perspektifte bakınca, orada daha az savrulan ve oldukça mantıklı bir çizgiyi daha tutarlı biçimde izleyen bir gidiş gördüğümü düşünüyorum.
Gene İnönü, altmışlarda (27 Mayıs ertesinde) “ortanın solu” deyimiyle siyaset dünyasını karıştırdı. İhtiyatlı İnönü “sosyal-demokrat” dememişti ama onun gösterdiği yerde bu çizgi görülebilirdi.
Nitekim birileri görmekte gecikmedi. Tabii, başta Bülent Ecevit.
Altmışlarda İnönü “ortanın solu” dedi. Bunu “sosyal demokrasi” diye yorumlayanlar hemen ortaya çıktılar.
Bugün 2023’teyiz. “CHP’den sosyal demokrasi çıkar mı?” sorusu bugün de soruluyor.
Yani bunca yıldır cevaplandırılamamış.
Çünkü tarihin gözle görmesi güç bağları var. Bu bağlar CHP’yi “sosyal-demokrat” olmayan bir geçmişe bağlıyor. Ataerkil (patriyarkal) bir geçmiş bu. Ayrıca, sosyal-demokrasinin genel ortamında olmayacak ölçüde “milliyetçi” (ama dünyada çok var böylesinden). Ne var ki böyle olması Mussolini ve sonra Hitler hayranlığına engel olmamış.
Bir “ok”u sözde sosyalist bir yönü işaret ediyor: devletçilik. Ama bunu “komünist” ülkelerin yaptığı devletçilikten daha sevimli, daha kabul edilir bir biçime sokamamış – üstelik böyle bir kötü şöhreti var.
“Laiklik” oku bitmez tükenmez tartışmalara açık. Üstelik “taviz verelim” denince bunun da sonu yok. Osmanlı düşmanlığı ve kendi tarihine kayıtsız şartsız bağıtlılığı gereksiz bir ideolojik yük.
Türkiye’de ilk Komünist Partisi 1920’de kuruldu. Sosyal-demokrat Parti kuruldu mu, ne oldu, karışık hikaye ama bundan çok sonrasının olayı. Neden? Çünkü CHP öyle bir şey kurulmasına izin vermedi; öyle bir partinin varlığına iyi gözle bakmadı.
Uzatmayayım: CHP’den sosyal-demokrasi çıkması kolay değil. Üstelik CHP içinde bulunan herkes bunun iyi bir şey olduğu kanısında değil. Böyle bir girişim başladığında hemen muhalefete geçecek olan kesimler hazır.
Öte yandan, güç olsa da imkansız değil. Siyasette hiçbir şey imkansız değildir. En tatsız durum. “Ben böyle oldum” deyip olmamak. Bu zaten CHP’nin hep yaptığı bir şey.
Ama şu geldiğimiz nokta şaka kaldırır bir nokta değil.
Bu yazı Birikim Dergisi’nden aktarıldı. Tamamına buradan ulaşabilirsiniz.
Makalede ifade edilen görüş ve düşünceler yazar(lar)a aittir ve FTP’nin görüş ve düşüncelerini yansıtmamaktadır.