Bizler, bugüne tutsak kaldık. Mayıs seçimlerine kadar Türk siyasetini gözlemleyenlerin çoğu — doğru bir şekilde — Recep Tayyip Erdoğan’ın dış politikaya ilişkin planlarına odaklanmıştı. İç politikaya ilişkin konular ise daha çok Erdoğan’ın “ekonomik ortodoksi”ye dönüp dönmeyeceği ve gelecek yıl yapılacak yerel seçimlerde belediye yönetimlerini geri kazanmak için nasıl bir strateji izleyeceği üzerinde yoğunlaşmıştı.
Ancak, bu arada, şahsının görüşleriyle seçmenlerinin dünya ve toplum görüşlerinin yansıtması için Erdoğan’ın toplum mühendisliği yapma arzusu ortaya çıkmaya başladı.
Bu arzu, Türkiye toplumunu Batılı değer ve normlara kapatacak ölçüde, güçlü faşizm tonları taşıyor.
Erdoğan son üç cumhurbaşkanlığı seçiminde iktidarı elinde tutması için gerekli olan yüzde 50 barajını aşmakta zorlandı. Ülkenin yarısının onun cumhurbaşkanı olarak kalmasını istemediğinin açıkça ortaya çıkması, canını sıkıyor.
Erdoğan 2014, 2018 ve 2023’te art arda seçimleri kazanmak ve iktidarda kalabilmek için, giderek artan ölçüde otoriter “maskaralıklara” (antics) başvurdu.
Bu stratejinin en büyük bileşenleri, devlet ve medyanın ele geçirilmesi.
İlkinde yargı, kolluk kuvvetleri ve buyruklara dayalı yürütme, Erdoğan ile bütünleşmiş bir devlet aygıtı sağladı. Artık Cumhurbaşkanı karar veriyor; devlet uyguluyor.
İkinci konuda, Erdoğan’ın kendi imajını parlatmak, için ezici bir çoğunlukla kendisine sadık ve “uyumlu” bir medya ortamını denetim altında tuttuğu da bir sır değil.
Gene de, temel kurumlar üzerinde ezici bir kontrole sahip olmasına rağmen Erdoğan, Türkiye’nin eğitimli, Kemalist, Batı yanlısı, laik ve eleştirel düşünen bireylerinin oylarını kazanamadı. Çaba göstermediği için değil…
Erdoğan’ın 2003-2014 yılları arasında yürüttüğü başbakanlık görevi boyunca, bu demografik özelliklerden biri ya da bir kombinasyonuyla özdeşleşen pek çok kişi Erdoğan ve Adalet ve Kalkınma Partisi’ne (AKP) yöneldi, çünkü o dönemin AKP’si kendisini ekonomik büyüme ve siyasi istikrar sağlayan, aynı zamanda Türkiye’yi Avrupa Birliği (AB) üyeliği yolunda konumlandıran bir büyük çadır partisi olarak başarılı bir şekilde yansıtmıştı.
Ancak, o eski AKP ve ona liderlik eden Erdoğan artık yok. Erdoğan’ın seçmen tabanı giderek daha dar bir demografiye; Batı ve değerlerine şüpheyle yaklaşan, Batı’nın Türkiye’ye yönelik niyetleri konusunda paranoyak bir kitleye dönüştü.
Bu dünya görüşü, ABD’nin 2016’daki başarısız darbede suç ortağı olduğuna ve Batı’nın “dayatmalarına boyun eğmeden” Türkiye’nin bütünüyle gelişebileceğine inanan Erdoğan’ınkiyle temelde örtüşüyor.
Bu sorunlu bir durum, çünkü Erdoğan tabanını motive edebilse de, yüzde 50 seçim barajına ulaşma kabiliyeti giderek azalıyor: Mayıs seçimlerinden galip çıkmasının tek nedeni Devlet Bahçeli’nin Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) ile yaptığı ittifak ve bir dizi aşırı sağcı partinin desteğiydi.
Seçmen tabanını genişletmek için bir seçenek, önceki yıllardaki “büyük çadır” yaklaşımına geri dönmek olabilir. Ancak bunu yapmayacak, çünkü yapamaz: Demokratik, hesap verebilir ve şeffaf yönetime geri dönmek Erdoğan’ı yasal tehlikelerle karşı karşıya bırakır. Görevi kötüye kullanma ve yolsuzluk gibi suçlar için hesap vermek zorunda kalır.
Daha da önemlisi, “mirası” hakkında düşünmekle meşgul. Neredeyse 70 yaşında, ve iyi görünmüyor. Arkasında nasıl bir ülke bırakmak istiyor? Görevden ayrıldıktan sonra ailesinin adli makamlar tarafından kovuşturulmamasını nasıl sağlayabilir?
Ülkenin geri kalan yarısını kendisine oy vermeye ikna edemediğine göre, o zaman toplumsal değer ve normları “aşağıdan yukarıya doğru” değiştirmeye çalışacaktır. Erdoğan’a yakın bir isim olduğuna inanılan eski AKP milletvekili Metin Külünk, AKP ve Erdoğan’ın bundan sonra ne yapması gerektiğini açıklamaya başladı:
Netflix ve Apple TV+ gibi izleme platformlarının tamamen yasaklanması; Türkiye’nin tüm ilköğretim sisteminin gençleri “yoz ideolojilerden” (LGBTQ+ hakları olarak okuyun) koruyan “Türk değerlerini” yansıtacak şekilde yeniden tasarlanması.
Külünk’ün önerdiği şeylerin hiçbiri yeni değil. AKP ve Erdoğan, evrensel değerleri benimseyen Türklerin büyük çoğunluğunu ikna etmekte başarısız olduklarının farkında. Bu sebeple Erdoğan, 2016’dan bu yana üniversite kadrolarına yandaşlarını atamak için büyük bir enerji harcıyor. Son olarak Türkiye’nin en prestijli üniversitesi olan Boğaziçi Üniversitesi’ne rektör atayarak manşetlere çıktı.
İstanbul ve Ankara gibi büyük şehirlerde sosyal ve fen bilimlerinde geleneksel müfredat sunan çok sayıda okul şimdi Diyanet İşleri Başkanlığı’nın öğrencilere “ahlaki danışman” olarak atayacağı binlerce “din görevlisi”ne hazırlanıyor.
Korkulan, bu girişimlerin çocuklara sadece muhafazakâr ve devletin — yani Erdoğan’ın— İslam ve Devlet kökenli değerler aşılamakla kalmayıp, Erdoğan’ın deyimiyle “yerli ve milli”, ve evrensel demokratik norm ve değerlere giderek daha fazla düşman, bunlardan uzaklaşan temel bir dünya görüşünü aşılamaya dayanması.
Kültürel alanda bu durum, devletin ana yayın kuruluşu TRT gibi kurumların, kamuya mal olmuş kişileri insanlıktan çıkaran ve gayrimeşrulaştıran yeni televizyon programları çekmesiyle yansıtılmakta. Örneğin, “Metamorfoz” adlı yeni bir program, 2,000 günden fazla süredir cezaevinde bulunan işadamı ve hayırsever Osman Kavala’yı karalamakta.
Yaygın biçimde, bir insan hakları aktivisti olarak kabul edilen Kavala, 2013’teki Gezi Parkı protestolarını planladığı iddiasıyla ömür boyu hapis cezasına çarptırıldı. Gezi hareketi, 2003 yılında göreve gelmesinden bu yana Erdoğan hükümetine karşı yapılan ilk halk protestolarını temsil ediyordu.
Protestolar başlangıçta Erdoğan’ın İstanbul’daki yeşil alanları yok etmesine karşı başladı ve hızla Erdoğan’ın kendisine karşı daha geniş bir ulusal protesto hareketine dönüştü. Devlet bunları sert bir şekilde bastırdı; Kavala gibi kişileri “elebaşı” olarak damgaladı, protestoları terörist hareketler olarak ilan etti.
Netflix gibi evrensel platformlar Türkiye’de yasaklanırsa vatandaşlar “ev yapımı” (“yerli ve milli”) TV propagandasına yaslanmak zorunda kalacak; Erdoğan’ın görüşlerini şekillendirmesine izin verecek.
Asıl soru, bu stratejilerin Türkiye’yi ve vatandaşlarını Erdoğan’ın Batı karşıtı dünya görüşüne uygun hale getirmede başarılı olup olamayacağı. Bunu sadece zaman gösterecek. Erdoğan ne kadar uzun süre iktidarda kalırsa, her gün dezenformasyon ve kutuplaştırıcı söylem bombardımanına tutulan halkın zihniyetini şekillendirme şansı da o kadar artacaktır.
Bu durum medyada, popüler kültürde ve kamusal söylemde açıkça görülüyor. En hafif tabirle zehirli bir iklim.
Ancak Erdoğan’ın görevden ayrılmasından sonra bu politikaların ne ölçüde sürdürülebileceği büyük bir soru. Devlet ve elitleri tarafından kabul görecek bir halef belirleme ve yetiştirme becerisine sahip olacak mı?
Bu konuda şüpheci olmak için sebepler var. Dünyanın tartışmasız en kurumsallaşmış otoriter liderlerinden biri olan Mısır’ın Hüsnü Mübarek’i, yerine geçmesi için oğlunu atayamadı.
Türkiye’nin otoriter kıskacı da hala Erdoğan’ın varlığıyla sınırlı olabilir.
Bununla birlikte, Erdoğan görevi bıraktığında Türkiye halkının yirmi yılı aşkın bir süredir devam eden bölücü ve kutuplaştırıcı söylemlerden kurtulması uzun zaman alacaktır.
Bu yazı Dispatch sitesinden FTP tarafından çevrildi. Orijinaline buradan ulaşabilirsiniz.
Makalede ifade edilen görüş ve düşünceler yazar(lar)a aittir ve FTP’nin görüş ve düşüncelerini yansıtmamaktadır.