15 Temmuz darbe girişiminin üzerinden yedi yıl geçti. Ancak henüz darbe girişiminin asıl failleri tespit edilemedi ve siyasi ayağına dokunulmadı. Hukukçu-Yazar Yavuz Aydın, Gazete Radar için kaleme aldığı yazısında 15 Temmuz’dan yola çıkarak Türkiye’deki hukuksuzlara dikkat çekiyor ve başta iş insanı Osman Kavala ve HDP’nin eski eşbaşkanı Selahattin Demirtaş olmak üzere çok sayıda kişinin delilsiz ve AİHM kararlarına rağmen cezaevinde tutulduğunu hatırlatıyor.
Türkiye’deki hukuksuzluğa ilişkin geniş bir tablo ortaya koyan Yavuz Aydın’ın yazısının tamamı şöyle:
15 Temmuz 2016’da halâ aydınlatılamayan, birçok yönüyle bilinmezliğini koruyan bir askeri darbe girişimi yaşandı. 15 Temmuz’u 16 Temmuz’a bağlayan gece ve onu takip eden, bugüne kadar uzanan süreçte yaşananlar, her geçen gün soru işaretlerinin artmasına neden oluyor. “Seçilmişler” kendilerine karşı yapıldığı iddia edilen bu darbe girişimini aydınlatmak bir tarafa, gerçeklerin ortaya çıkmasını engelleyen faaliyetlerde bulunuyorlar.
Bunların en bariz örneklerinden biri TBMM’de kurulan komisyonun, olayın merkezinde yer alan, Genelkurmay Başkanı, MİT Başkanı gibi figürlerin bile bilgi ve görgülerine başvuramadıkları dosyayı kapatması ve hatta dosyanın fiziken ve dijital ortamdan kaybolmasıdır.
Daha da vahimi, yargı erki dahi bu kilit figürlerin ifadelerine başvuramadı. 15 Temmuz yargılamalarını Türkiye’de takip eden tek gazeteci olan Müyesser Yıldız sayesinde kamuoyuna duyurulabilen General Gökhan Şahin Sönmezateş’ın ifadeleri de resmi söylemi daha da şüpheli ve inandırıcılıktan uzak kılmakta.
15 Temmuz nasıl oldu, failleri kimdi? Bu sorular şimdilik bir kenara bırakılsa, geride yaşanan hukuksuzluklara ve son kertede ülkenin hâlihazırda bulunduğu durumdan geriye doğru bakılsa resim daha net görülecektir. Bu olay henüz “tarih” olmadı. Dolayısıyla bugünden bakarak 7 yıl öncesini değerlendirmek mümkün. Acılar halâ taze, hukuksuzluklar halâ devam etmektedir. İster 12 levhaya bölünmüş kitaplardan, ister Hammurabi kanunlarından, isterseniz Magna Carta’dan başlayın, hâlihazırda birçok kesimden insanın maruz kaldığı Devlet pratiğini hukuk ile açıklamanız mümkün değildir.
Yine, ister Justinian’a ister halife Ömer’in adaletine, isterseniz çağdaş hukuka atıfta bulunun, maruz kalınan muamelenin hukuksal bir karşılığını bulamazsınız. “Düşman hukuku”, “Draconian law” gibi kavramlar belki yardımcı olabilir.
Ortalama sağduyuya sahip bir insan (reasonable person), yaklaşık 14.000 yargıç ve savcıdan oluşan yargı erkinin, yaklaşık 4500 “terörist” yargıç ve cumhuriyet savcısından “kurtulması” sonrası “şahlanışını” beklerdi. Yargıya güven artar, hukuk devleti, demokrasi ve insan haklarının korunması gibi alanlarda inanılmaz bir ilerleme yaşanır ve bu durum hiç kuşkusuz uluslararası kurum ve kuruluş raporlarına ve istatistiklere yansırdı. Böyle bir geliṣimin Freedom House, Uluslararasi Af Örgütü, İnsan Hakları İzleme Örgütü, Hukuk Devleti Endeksi, Avrupa Birliği ve Avrupa Konseyi raporlarına ilerleme olarak yansıması beklenir.
1950’lerden itibaren yoğunlaşan “Batı Medeniyetinin bir paydaşı olma” çabalarında ve bu bakımdan nihai olarak AB üyeliği gibi hedeflere erişmede büyük adımlar atılmıṣ olurdu. Hukukun üstünlüğünün tesisi ekonomik yatırımlara yansır, yabancı sermaye yatırımları ve nihayet kişi başına düşen milli gelir artış sergilerdi. “Terörist yargıç” hegemonyasından kurtulan ve kendisini “bağımsız ve tarafsız yargıya” ve “milli ve yerli olana” emanet eden halk refaha kavuşmuṣ olurdu.
Evet, ortalama bir insan zekâsı terörden arınmış bir yargı erkinin, ülkedeki hukuka, ekonomik kalkınmaya ve sosyal barışa ne derece önemli katkıları olacağını bilir, en azından tahmin eder ya da en azından her şeyin “eskisinden” daha güzel olmasını umut eder.
Eğer bütün bunlara, ya da bütün bunlara yaklaşan bir takım olumlu gelişmeler göremiyorsanız ve hatta aksine, hukuk devletinin yerle yeksan olarak “mafya-devlet”e dönüştüğünü görüyorsanız, ülkede “hatırı sayılır” her mafya babasının ülkenin İçişleri Bakanı ile sıkı fıkı olduğunu ve hatta dünyadaki en “baba” uyuşturucu patronlarının, silah ve terör tüccarlarının ve “suç lordlarının” ülke vatandaşlığı satın alarak devlet koruması altına alındığına tanksanız; enflasyonun üç haneli rakamlara ulaştığını, maaşlara yapılan zamların daha bankadan çekilmeden geri alındığını, artan vergi yükü altında ezildiğinizi hissediyor ve yaşıyorsanız, bu iṣte bir yanlışlık olduğunu kabul etmeniz gerekecektir.
Hazine hesaplarında kaydı olmayan sıcak para girişleri olduğunu, beşli, yedili, onlu çetelere hazine garantili ihaleler verilerek kamu malının/parasının çarçur edildiğini, ülkenin Dünya Yolsuzluk Endeksi’nde 101. sıraya kadar gerilediğini, kara para liginde (FATF) gri listeye alındığını görüyorsanız, yargının etkinliğini sorgulamanız gerekir.
Ülkede insan hakları ihlallerinin, tacizin, işkencenin sıradanlaştığını, yapılan bunca
hukuksuzluğu kenarından köşesinden tutarak da olsa gün yüzüne çıkarmaya çalışan
gazetecilerin “yerli ve milli” yargıçlarca gün yüzüne hasret bırakıldığını, her gün karakola götürülen bir başka apartman komşunuzu ya da bir akrabanızı biliyorsanız, Dünya Hukuk Devleti Endeksi’ne göre ülkenin temel hak ve özgürlükler alanında 140 ülke arasında 134. sıraya düşmesinin de bir sebebi olduğunu görmeniz beklenir.
Katledilen 301 madencinin hakkını arayan avukatlar Selçuk Kozağaçlı ve Can Atalay’ın cezaevine tıkıldığını, Avrupa Konseyi tarafından insan hakları “kahramanı” kabul edilen Vaclav Havel adına konmuṣ ödüle layık görülen saygın hukukçu ve YARSAV baṣkanı Murat Arslan’ın “terörist” denilerek 7 yıldır cezaevinde tutulduǧunu, ülkenin ikinci büyük ana muhalefet partisinin lideri Selahattin Demirtaş’ın boş bir ceza dava dosyası ile yıllarca hapiste muhafaza edilerek susturulmaya çalışıldığını, Osman Kavala’nın maruz bırakıldığı yargı trajedyasını ve bütün bunların AİHM kararlarına rağmen yapıldığını görüyorsanız, okuyorsanız ve biliyorsanız, size anlatılan (resmî) hikâyedeki “büyük yalanı” anlamış olmanız gerek.
Yok, şayet bütün bunlara rağmen ve olan bitenin farkında olarak “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” ya da “karşı mahalle çocuğu” diyenler unutmamalı ki “bir gün sıra onlara da gelecektir”. Ya da sıra çoktan onlara da geldi. Stockholm sendromunda Nirvana’ya ulaşmış, Hayyam’ın dediği gibi “celladına âşık bir milletin” ferdi olmuş durumdalar.
Bu yazı Gazete Radar‘dan alımıştır.
Makalede ifade edilen görüş ve düşünceler yazar(lar)a aittir ve FTP’nin görüş ve düşüncelerini yansıtmamaktadır.
Yavuz Aydın Yargıç ve AB Daimi Temsilciliği Adalet Ataşesi olarak görev yaptı. Justice for Rule of Law Derneği kurucu üyesi. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu. Exeter Üniversitesinde AB Hukuku alanında, Belçika ULB Üniversitesinde Karşılaştırmalı AB Çalışmaları alanında yüksek lisans yaptı.