Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemiyle birlikte siyasi güç cumhurbaşkanının şahsında toplanırken askerî işlere ilişkin karar verme yetkisinin neredeyse tamamı Milli Savunma Bakanında toplanmaya başladı.
Yapılan yasa değişiklikleri sonucu bugün TSK personelinin atanması, yükseltilmesi, görevlendirilmesi, askerî operasyonların planlaması, askerî okul eğitim müfredatlarının belirlenmesi vb. gibi işlerin yanı sıra, ordunun sermaye ile ilişkilerini belirleyen savunma sanayii politikaları, askeri fabrikalar ve OYAK’la ilgili bir dizi işin önemli bir kısmı da Savunma Bakanlığı bünyesinde toplanmış bulunuyor.
2000’li yılların başında Genelkurmay’ı doğrudan Başbakan’a değil Milli Savunma Bakanına bağlama, böylelikle onu sivil iradeye tam tâbi kılma yönündeki erişilmez gibi görünen hedefin birinci ayağı çoktan gerçekleşti.
Ama bundan sonra, paradoksal biçimde, hedefin ikinci ayağından iyice uzaklaşmaya başladık.
Artık sadece Genelkurmay değil, Kuvvet Komutanlıkları da birçok konuda doğrudan Milli Savunma Bakanına bağlı, üstelik Jandarma da MSB’den ayrılarak İçişleri Bakanına bağlandı.
Başka bir deyişle 2000’li yılların başındaki o “sivilleşme” hayali kâğıt üzerinde fazlasıyla gerçekleşmiş durumda. Ancak sivil-asker ilişkilerinin demokratikleşmesi hayaline yaklaşacağımız yerde, ondan giderek daha fazla uzaklaşıyoruz.
Bunda bir dizi faktör etkili oldu.
Doğası gereği gizliliğe zaten ihtiyaç da duyan bu alan, iki çekirdekli bir “şahısta merkezileşme” (Cumhurbaşkanı ve Bakan) nedeniyle toplumun ve siyasetin erişiminden kaçırıldı ve iyiden iyiye kapalı hâle geldi.
Bu alanda son yıllarda şeffaflıktan ve hesap verebilirlikten uzak biçimde yürütülen etkinliklerin neler olduğuna toplum vâkıf olmadığı gibi, Meclis de değil. Oysa Cumhurbaşkanı, Anayasa’ya göre “Milli güvenliğin sağlanmasından ve Silahlı Kuvvetlerin yurt savunmasına hazırlanmasından, Türkiye Büyük Millet Meclisine karşı sorumlu.”
Meclis bu konuda büyük ölçüde devreden çıkartılmış durumda. Çıkartılmadığı durumlarda ise, Meclis’teki siyasi partileri savunma alanını bir tür “kutsal” ve “yasaklı” alan olarak gördükleri için olsa gerek, kendilerini çoğunlukla onaylayıcı bir formaliteyi yerine getirmeye memur kişiler olarak görüyorlar.
Yeterli bir Meclis denetimi olmadığı için de Savunma Bakanı, Cumhurbaşkanını ve onun Bakanlıktaki “agent”ları olan bakan yardımcısı ve genel müdürleri ikna edebildiği ve onlarla uyumlaştığı ölçüde, istediği hemen her şeyi yapabilme gücüne sahip.
Meclis ve onu oluşturan siyasi partilerin bundan pek de rahatsız olduğunu, dahası bunu mesele ettiğini ve buna kafa yorduğunu da pek söyleyemeyiz.
Öyle olsaydı, örneğin, yeni kabinede Milli Savunma Bakanı olarak eski bir asker olan Hulusi Akar’ın yerine, yine eski bir asker olan Yaşar Güler’in getirilmesi konusunda muhalefet partilerinden bir söz, bir yorum, bir eleştiri duymamız gerekirdi.
Sivil-asker ilişkilerinin demokratikleştirilmesi hedefi güden bir ülkenin siyasi partilerinin bu konuda hiçbir düşünce ve politika üretemiyor oluşu o ülke için endişe verici bir durum olarak görülmeli.
Oysa bugün bir paradoksla karşı karşıyayız:
Bir yandan Milli Savunma Bakanını, onu sivil siyasetin parçası olarak varsayarak, eskisine oranla birçok yasal yetkiyle donatıyor, diğer yandan Bakan’ı eski genelkurmay başkanından seçiyoruz.
Bu durum ise, aşırı yetkilendirilmiş bu pozisyonun askerin tabii bir uzantısı haline gelmesi ve sivil bir görüntünün ardında savunma alanının tümüyle askerîleştirilmesi tehlikesini barındırıyor.
Bu durumun gelecekte iyice yerleşik hâle gelmesinin bir başka tehlikesi ise, Genelkurmay Başkanlarının görevlerini yerine getirirken kendilerini Genelkurmay Başkanı olarak değil, müstakbel Milli Savunma Bakanı olarak görmesi ve öyle davranmaya başlaması; böylelikle zaman içinde, savaşta silahlı kuvvetlerin başkomutanlığını yürütecek bu anayasal kurumun işlevini yerine getiremez hâle gelebilecek olmasıdır.
Bu yazı Politikyol‘dan alınmıştır.
Makalede ifade edilen görüş ve düşünceler yazar(lar)a aittir ve FTP’nin görüş ve düşüncelerini yansıtmamaktadır.