Memleketteki sol gelenek anti-faşist mücadelenin dünyanın her yerinde solun tekelinde olduğu kanısıyla donanmıştır.
Sözkonusu anti-faşist geleneğin beşiği de, çoktandır ne solla ne sol kuramlarla ne de anti-faşist mücadele ile bir alakası olmamasına rağmen, Sovyet/Rus İmparatorluğudur.
Oysa yüzyılın Faşizm ve Nazizm heyulalarıyla mücadele sadece “devrimci anti-faşizm”e indirgenemez. “Muhafazakâr anti-faşizm” en az devrimci veya sol anti-faşizm kadar güçlü, sonuç odaklı ve en önemlisi Sovyet etkisinden muaf bir mücadele sergilemiştir. Hatta denebilir ki son dünya savaşı öncesi, esnası ve sonrasında anti-faşist mücadelede başı çeken muhafazakâr anti-faşizmdir.
Buna rağmen, devrimci anti-faşist mücadelenin gölgesinde kalan “muhafazakâr anti-faşizm” üzerine literatür, her yerde son derece sınırlıdır.
Elbette muhafazakâr dünyanın ve burjuvazinin Faşizm’e ve Nazizm’e verdiği tavizin, bu sapkınlıklarla elele kotardığı kötülüklerin hacmi azbuz değildir. Ama aynı dünyadan gayet güçlü bir anti-faşist duruş ve pratik de çıkmıştır.
Ve Avrupa Birliğinin temellerini atan da o duruş ve pratiktir. “Bir daha asla” şiarıyla inşası başlayan Avrupa projesini, barış, karşılıklı bağımlılık ve birbirini yok etmeden farklılıklarıyla yaşayabilecek topluluklar olarak planlayan esas itibariyle bu muhafazakâr gelenektir.
Son savaşın önde gelen şahsiyetlerinin çoğu ve daha sonra Avrupa projesinin neredeyse bütün bânileri ki çoğu zaman aynı şahsiyetlerdir – muhafazakâr kökenlidirler. Bütün Avrupa anti-faşist katmanlarının davet edildiği ve Avrupa projesinin temelinin atıldığı 1948 Lahey Kongresine damga vuran bu siyasî gelenektir.
Jean Monnet, Charles de Gaulle, Robert Schuman, Konrad Adenauer, Alcide De Gasperi, Winston Churchill, Harold Macmillan, Pierre-Henri Teitgen, Paul Reynaud, Paul van Zeeland ve daha pek çok muhafazakâr, savaş sonrasında Avrupa kurumları vasıtasıyla ve Almanya ile İtalya’yı bağlayan ikili projeler yoluyla kıtayı “nazisizleştirme” ve “faşistsizleştirme” çabalarında ön plandadır.
Bunlar arasında sadece Paul-Henri Spaak ve Altiero Spinelli bir sol gelenekten geliyorlardı. Sovyetlerle organik ilişkide olan dönemin komünist partilerinin anti-faşist mücadelesi ise Moskova’nın işaret ve müsaade ettiği kadardı.
Daha sonraları, Akdeniz’in üç diktatörlüğü İspanya, Portekiz ve Yunanistan’daki anti-faşist mücadelelerde devrimci ve muhafazakâr anti-faşizmler olabildiğince omuz omuzaydılar.
Konumuz açısından bakınca, savaş sonrası dönemde ve sonrasında Avrupa’da temayüz eden muhafazakâr şahsiyetlerin kimisi işdünyası kökenlidir. Ve anti-faşist mücadeleye sayısız sanayici, bankacı ve işveren de bizzat katılmıştır.
Tahmin ettiğiniz gibi Avrupalı muhafazakâr anti-faşist mücadeleden söz etmemin nedeni Türkiye’deki carî durum. Memleketteki anti-faşist mücadelede solun bir kısmının ve özellikle Kürt Siyasî Hareketinin ön aldığını, laik muhafazakârlar arasında ise iki elin on parmağını geçmeyecek sayıda şahsiyetin dışında, kimsenin böyle bir derdi olmadığını biliyoruz.
Türkiye’nin seküler burjuvazisinin ve iş dünyasının yegâne derdi rejime ayak uydurmak, olası zararları asgarîye indirmek, rejimin neoliberal politikasından azamî faydalanmak ve gerektiği zaman da tam biat etmektir.
Rejimin içerdeki ve dışardaki ceberutluğu, devasa hak ihlalleri, savaşlar, bu cenahların umurunda olmadığı gibi sözkonusu antidemokratik, hukukdışı ve faşist icraatı kâh açıkça kâh sessizce desteklerler.
Hâl böyle olunca, rejimin, ucu kendilerine de değen özel hayat, kadının, dinin toplumdaki yeri ağırlıklı icraatına homurdanırlar, ama bu icraatla genel antidemokratik, hukukdışı ve faşist icraat arasındaki özdeşliği görmezler veya görmezden gelirler. Elbette homurtuları beyhudedir.
Seküler burjuvazinin, iş dünyasının, ucu, sadece ahlak ve kültür konularında değil genel hukuki işleyiş konusunda da kendilerine dokunmasına rağmen, rejimin icraatı karşısındaki vurdumduymazlığı, atâleti, tabansızlığının nedeni kanlı ulus inşası döneme dayanır.
Osmanlı ve akabinde Türkiye’nin millî elitleri ulusu yoktan var ederlerken Gayrimüslimleri bu ulusun içeriğine dâhil etmediler, edemezlerdi zira ulusun özü, çimentosu İslâm diniydi.
Anadolu coğrafyasından bugün neredeyse tamamen silinmiş olan Gayrimüslimlerin özelliklerinden birisi de son dönem Osmanlının burjuvazisi olmalarıydı. 19. yüzyıl, Gayrimüslimlerin altın yüzyılı olduğu ölçüde ilk kez devletten olabildiğince bağımsız hatta devlete borç verebilecek kadar güçlü bir burjuvazi hâline gelmeleriydi.
Yok edilmeleri muazzam bir medeniyet kaybına karşılık geldiği gibi, ekonomik çöküş demekti, devletle mesafeli veya merkezî otoriteyle pazarlık edebilecek güçte bir toplumsal katmanın silinip gitmesi demekti.
Cumhuriyetle birlikte devlet eliyle oluşturulmaya çalışılan Türk burjuvazisi de aynı ölçülerde devletin kapıkulu olmaya mahkûmdu.
Bugün hâlâ iş dünyasının en büyük işvereni devlettir. İş dünyası da o devleti karşısına almaz, yok edilme pahasına alamaz.
Böylesi bir burjuvaziden, ne kadar gayrimemnun olursa olsun, siyaseten tavır alması, demokrasi ve hukuka saygı çağrısında bulunması ve antifaşist mücadeleye birebir katılması beklenebilir mi?
Beklenemeyince de memleketteki anti-faşist mücadele marjinal olmaya mahkûm olur; Kürt Siyasî Hareketi ve bir avuç aklı başında sol katmanın tasarruflarıyla sınırlı kalır.
Sözün özü, burjuvazi elini taşın altına koymadan anti-faşist mücadele pek bir yere varmaz.
Ve bu saptama sadece Türkiye ve benzeri memleketler için değil günümüzün Batı ülkeleri için de geçerli görünüyor.
Son dünya savaşı döneminde anti-faşist mücadeleye hayatî katkılar veren Avrupa burjuvazisi bugün bu rolden kısmen de olsa istifa etmiş halde faşizmin değişik tonlarıyla iş tutmakta beis görmüyor.
Makalede ifade edilen görüş ve düşünceler yazar(lar)a aittir ve FTP’nin görüş ve düşüncelerini yansıtmamaktadır.