Seçimi kaybettiler çünkü iktidarın çizdiği zihni sınırları aşamadılar. Hazırlayıp, ortak imza koydukları metinleri toplumsallaştıramadıkları gibi kendileri de unuttular. Ne siyasi vaatler o metinlerden beslendi ne de ekonomik vaatler. Örgütsel güçlerinin yetmediği açık, toplumsal muhalefeti, sivil toplumu sürece dahil etmeleri zorunlulukken örgütlü toplumsal kesimlerle ilişki kurmaktan bile kaçındılar. Esnaf ziyaretlerini, yurttaşın yaşadıklarına altyazı koymayı yeterli gördüler.
Ekonomik buhranın, pandeminin, depremin bireysel hayatlardaki sonuçlarının, bireysel itirazların seçimi kazanmaya yeteceğini varsaydılar. Ne bir dünya okuması ve vizyonu, ne Türkiye okuması ve vizyonunun seçmence satın alınmayacağını ezberlemiş, geleneksel siyasi söyleme teslim oldular.
Kaybettiler, yalnızca adaylar, partiler değil 25 milyon kaybetti bir bakıma.
Bugün 25 milyon seçmende müthiş bir yılgınlık, umutsuzluk ve öfke varsa, iktidara oy verdiği halde ekonomik gidişattan paniklemiş milyonlarca iktidar yanlısı seçmen de umutsuzluğa teslim olduysa bunda yalnızca seçim sonuçlarının etkisi yok.
Seçimin tek sonucu Erdoğan’ın kazanması değil. Bugün iktidarı oluşturan zihni koalisyon ve aktörleri moral üstünlüğü ele geçirdiler. Sistem kurumsallaşmasındaki eksikleri tamamlamak, denge ve denetleme mekanizmalarının yok sayıldığı, devlette güçler ayrılığının değil tekliğin esas olduğu, özgürlüklerin güvenlik ve ahlak parantezine alındığı yeni düzeni kalıcılaştırmak konusunda siyasi güç kazandı.
Şimdi anayasa değişikliği için fırsat kollarken, medeni kanun gibi temel yasalarda can alıcı değişikliklere hazırlanıyor. Daha da vahim olanı muhalefet seçim sonrası kendi seçmenlerinin büyük kısmına bile verdikleri görüntünün, “iyi ki kazanamamışlar” olduğunun farkında değil hala.
Seçimin ardından yalnızca muhalefetteki partiler değil, toplumsal muhalefeti oluşturan örgütlü kesimler de konuşan-yazan-çizenler de entelektüeller de herkes, hepimiz önce hayal kırıklığı, sonra da öfkeye teslim olduk. Herkes birbirine ağzına geleni söyledi. Dedikodular siyasi suçlamaların, yargılamaların malzemesi oldu.
Partiler, sözcüleri serinkanlı, sağlıklı analizler yapmak yerine adaylığa, ittifaklarına ve ittifakları destekleyenlere yönelik söylemlerle kendi sorumluklarını dış halkaya aktarma telaşına girdi. Kimi zaman adaylıklardan, iş birliklerinden, ittifaklardan pişmanlık duygusu içeren söylemlerin özeleştiri ihtiyacını karşıladığı varsayıldı.
Olmadı, muhalefetin bir kesimi de toplumu, bu memleketin insanlarının tercihlerini de yargılayan, suçlayan açıklamalarla yüreğini soğuttu. Yine de şu tespiti yapalım, siyasetin baş aktörü partiler ve elbette başarı ya da başarısızlığın da öncelikli sorumlusu onlar.
Hoşlansalar da hoşlanmasalar da seçim öncesinde de sonrasında da eleştirilerin çok büyük kısmının haklılık payı yüksekti. Öte yandan tartışmaları, eleştirileri “had bildirmek” söylemine çevirmek de “had bildirmek” çerçevesine sıkıştırmak da yanlıştı.
Bundan sonrası için hesaplaşmaların içinde eşelenmekten çıkılmalı. Yaşananlardan herkesin kendi payına düşen iç hesaplaşmayı yaptığını, sorumluğunu almak kadar dersini de aldığını, öğrendiğini varsayabiliriz. En azından benim kişisel temennim bu yönde.
Muhalefetteki iki ittifakın, üç öncü ve büyük partisi olarak CHP’nin, İyi Parti’nin ve Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi’nin kendi içlerindeki tartışmaların, gruplaşmaların, parti içi iktidar mücadelelerinin kendileri için önceliklerinin farkındayım elbette. Muhalefetteki partilerin hali, örgütsel ve politik kapasiteleri ya da zaaflarını da görüyor, biliyoruz. Siyasi kültürümüzün, geleneklerinin, alışkanlıklarının neler olduğunu yeterince deneyimledik.
Berrin Sönmez’in Gazete Duvar internet sitesindeki yazısında belirttiği gibi, “Esasen bu ülkede siyaset, kitlenin gerisinde kalıyor genellikle. Siyaset kitleyi sürüklemiyor, kitle siyaseti ittiriyor. Kitlesel muhalefetin kendisini toplayıp ardından muhalefet partilerini toparlanmaya zorlaması gerekiyor bugünlerde. Ama tam tersini görüyoruz. Partiler dağıldı. Medya hepten kaybetti kendisini. Aklı erenlerin aklına da salt hataları işaretlemek değil, doğrudan kişileri, kurumları hatta ittifaklar içinde yer alan toplumsal kesimleri toptan suçlamak gelirse, varılacak tek yer çıkmaz sokak olacak. Ve o da toplumu ama en çok kadınları çıkışsızlık haline sürükleyecek.”
Şimdi, yeniden ve inadına doğru siyaseti düşünmenin, tasarlamanın, gerçekleştirmenin zamanıdır. Çünkü önümüzde yerel seçimler var. Seçim süreci devam ediyor. Üstelik iktidarı oluşturan zihni koalisyonun hayal ettiklerini yapabilmelerini engellemenin bir yolu olarak yerellerde siyasi iktidarı ve siyasi gücü dengelemek gerekiyor. Süleyman Demirel toplumu, seçmeni suçlayanlara “başka bir halk mı ithal edeceğiz” diyerek siyasetin çözüm üretme sorumluluğuna işaret ederdi.
Siyaseti partileriyle, insanıyla, dünyanın ve ülkenin gidişatını veri kabul ederek bu memleketi ve geleceği yeniden düşünmek, anlamlandırmak zorundayız. Siyaset verili durum ve koşullar içinde ideal ve doğru olana doğru çözüm bulma, üretme mahareti de bir bakıma. Memleketin geleceği için burnu sızlayan insanların yeniden Türkiye’yi, dünyayı ve siyaseti düşünmesi gerekiyor.
Başta örgütlü toplumsal muhalefetin, sivil toplumun ve aktivistlerin partilerin ve partililerin tavırlarına bakarak, siyasete, giderek ülkeye küsmeye hakları yok. Şimdi yerel seçimlerde, yerel sorunların çözümleri, yerel demokrasi, yerel ve bölgesel kalkınma, yerel sosyal devlet gibi meseleler üzerinden düşünmesi, yeni bir siyaset kurgulaması, partilere ve adaylara baskı üretmesi gerekiyor.
Kocaman ve ulusal ittifaklara bel bağlamak yerine yerellerde, yerel sorunlar ve çözüm yolları üzerinden fikri ve duygusal ittifaklar oluşturmak için sivil toplum öncülük edebilir, yeni yollar, yöntemler geliştirebilir.
Daha da önemlisi yerel seçimlerde yerel yöneticilikleri kimlerin kazandığından çok deneyim ve başarı biriktirmek mümkün. Eğer ülke kutuplaşmaları ve kimlikleri aşacaksa bunun yolu yerellerdeki uzlaşmaları çoğaltarak olacak.
İktidarıyla muhalefetiyle tüm siyasi aktörlerin partilerinde de ülkede de gücü ele geçirip her şeyi yukarıdan inşa etme, yönlendirme arzuları yerellerden, tabandan, gündelik hayattan gelişen yeni modellerle geriletilebilir. Yerel diyalog ve uzlaşma deneyimleri, başarıları ulusal siyaseti etkilemek yolunda da yeni siyasetçilerin çıkması, güçlenmesi yolunda da bir fırsat alanı olabilir.
Öte yandan zaten ülkenin temel ihtiyaçlarından birisi yerel yönetimlerin güçlendirilmesi meselesi. Yerinden yönetim mekanizmaları ulusal iktidarın merkeziyetçiliği güçlendirme arzusunun da panzehiri. Nüfusunun yüzde 86’sı il ve ilçelerde, yarıdan fazlası büyükşehirlerde yaşayan bir ülkenin sorunlarının tek tipli, tek yöntemli ve merkezi kararlarla yönetilebilmesi mümkün değil. Doğru da değil. Yerellerde ulusal siyasetin, ulusal liderlik prototiplerinin kopyalanması ise hiç doğru değil.
Başlangıç noktası ise özellikle toplumsal muhalefet için memlekete küsmek veya kızmak ikileminden çıkmak. Kaderimizi beş-altı aktörün kişisel arzu, tercih ve kararlarına bırakmadan genel olarak siyasete güvenmek. Sivil toplum örgütlenmelerini, diyalog ve uzlaşma platformlarını ve siyasi mahareti çoğaltmak. Ve elbette yerel seçimleri önemsemek. Ve şunu da unutmadan, hayat da siyaset de seçimlerden ibaret değil. Kişisel hayatımız için gösterdiğimiz arzu ve gayreti yaşadığımız kent için de bu memleket için de göstermeden kişisel zaferler, başarılar mümkün ve yeterli değil.
Gazete Oksijen’de yayınlanan bu yazı, kısaltılarak aktarıldı.
Makalede ifade edilen görüş ve düşünceler yazar(lar)a aittir ve FTP’nin görüş ve düşüncelerini yansıtmamaktadır.