Seçimlerde karşılaştığımız tablo toplumun bir kesiminde müthiş bir hayal kırıklığı ve travma yarattı. Pandemi, ekonomik buhran ve depremin ürettiği endişe duygusunun ardından muhalif seçmen için seçimin kaybedilmiş olması artık her şeyin bittiği duygusunu körükledi.
Hemen peşinden de hayal kırıklığı siyasete, siyasetçilere, muhalefet partilerine, araştırmacılara karşı öfkeye dönüştü. Şimdilerde ise gelecek kaygısı ve bireysel hayatlara dair endişe hakim. Bir kesimin öfkelerinin yöneldiği araştırmacılardan birisi olarak benzer ve belki daha ağır bir travmayı benim de yaşadığımı söylemem lazım.
Seçimden önce yazdığım her yazıda, konuştuğum her platformda toplumsal değişimden, iktidarın toplumsal desteğindeki eksilmeden, muhalefetin şansından söz ettim. Yine her yazı ve konuşmada muhalefetin yapamadıklarından, umut ve coşku yaratamıyor oluşundan, bir aradalıklarını ve mutabakatlarını toplumsallaştıramamış olmalarından, daha da önemlisi iktidarın çizdiği zihni çerçeveden kopamadıklarından bahsettim. Ağırlıklı olarak sosyolojik değişimin altını çizdim.
Sosyolojik değişimin olası sonuçlarını da hem bilinçli hem de duygusal olarak iyimser bir bakış açısıyla yorumladığımı da not etmeliyim.
Toplumun gecikmiş bir modernleşme yaşadığının, kentleşme, metropolleşme, teknoloji ve dünya ile tanışmanın hızlı, telaşlı ama savruk yaşandığının altını çizdim. Özellikle de gençlerin zihin dünyalarındaki değişime, muhafazakarların gündelik pratiklerindeki değişimin üreteceği siyasi sosyal sorunlara dikkat çektim.
Israrla altını çizdiğim değişim anlatısı doğru ve geçerli olmayabilir mi? Muhafazakarların değişimine dair anlatı yanlış mı? Gençler, özellikle de metropollerde doğup büyüyen gençler aslında ailelerinden çok da farklı düşünmüyor olabilirler mi?
Endişeli modernler ile muhafazakar modernler arasındaki sınırlar muğlaklaşıyor, gündelik pratikler birbirlerine yaklaştırıyor, melez alanlar çoğalıyor tezim aslında yanlış mı? Ya da tüm bu çıkarım ve değerlendirmelerim doğru olsa bile sosyolojik ve kültürel kimlikler, tutumlar, davranışlar, tercihler ile siyasal tercih arasındaki ilişki farklı dinamiklerle mi şekilleniyor?
***
Türkiye’de de pek çok Batı toplumunda da gündelik hayatın içindeki en önemli duygu hali endişe. Seksenli, doksanlı yılların meraklı, keşfetmeye, denemeye, tanımaya, öğrenmeye açık insanları bugün mahallelerine ve kozalarına sığınmaya, sıkışmaya razı hale geldiler. Özgürlükler yerine güvenlik, değişim yerine ötekine öfke, fikirler yerine popülist tepkiler ağırlık kazandı.
Batı özellikle 11 Eylül saldırıları sonrası bu süreci yaşadı, Türkiye ise doksanlı yıllardan itibaren bir yandan hızlı sosyolojik değişimi, diğer yandan terörü, şiddeti, ekonomik krizleri ve enflasyonlu yılları, çözüm yerine kronikleşen meseleleri ve siyasi gerilimleri yaşadı.
Kentleşme ve metropolleşme ikilikler üzerine gelişti. En lüks sitelerle gecekondularda, yan yana hatta bitişik ama birbirine değmeden yaşanan hayatlar oluştu. Kırsal değerler kentlerde doğal akışın tersine kuvvetli biçimde vücut buldu.
Bir taraf ötekileri maganda olmakla, diğer taraf ise elit ve şımarık olmakla suçlar oldu. Giderek ayrıştık, fiziken de ruhen de. Üstelik değerlerimiz, ideolojilerimiz yetmeyince kimlikler ve inançlar ahlaki ve siyasi davranışlarımızı da belirler oldu.
Toplumun savunma stratejisi, kendi hayatını değiştirmeye çalışırken ortak hayattan mümkün olduğunca uzak durmak biçiminde gelişti. Birey olmak konusunda gayretli, yurttaş olmak konusunda tereddütlü bir toplum olduk.
Her birimiz bilim kurgu romanlarındaki orta dünya, alt dünya benzeri paralel hayatlarda ve farklı mahallelerde yaşıyoruz. Bireysel hayatlarımızla sokaktaki hayatımızdaki değerler ve pratikler ayrışıyor. Ağırlıklı duygu endişe ve korku. Siyaset ve medya da bu endişe ve korku duyguları üzerinden çalışıyor. Bu olumsuz duyguları terse çevirmek değil daha da derinleştirmek, yönlendirmek hedefiyle üstelik…
Özellikle de iktidar bunu hakim olduğu medya ve bürokratik gücü üzerinden daha güçlü biçimde yapıyor. Muhalefet ise zihni bir kopuştan beslenmediği için aynı sahneden inemiyor.
***
Deprem anında ne yapmak gerekir sorusuna rasyonel cevaplar veren insanların deprem anındaki panik ve korkuyla göstereceği öngörülemez davranışlara benzer bir savrulma yaşanıyor. Rasyonel akıl yürütmeler ve değerlendirmeler, hatta sınıfsal konumlar, ait hissedilen ideolojiler, kültürel kimlikler bile bu duygu halinin arkasında kalıyor kimi zaman.
Bu seçimlerde de işte böyle oldu. Sosyolojik değişim okumaları gerçek olmadığı, toplumun gecikmiş modernleşme yaşadığı önermesi yanlış olduğu için değil yine kimlikler, inançlar ve duygular siyasi tercihleri belirlediği için karşımızdaki tablo oluştu.
Bir kısım seçmen kimliğinden, bir kısmı ideolojisinden oy verdi ama önemlice bir kısım da adaylarına, partilerinin söylemlerine itirazı olduğu halde duygularıyla hareket etti. Belirsiz gelecekten korku ve birbirine, ortak hayata ve geleceğe güvensizlik seçmeni bir kez daha kozasına dönme, bildiği mahallesine sığınma dürtüsünü üretti.
Seçimlerden önce yaşanan son üç-dört yılın gerçek dertleri insanları mahallesinden çıkıp dışarıya bakmaya itmişti. Baktığı dünyanın daha da belirsizlikler içerdiği anlatısının bulanıklaştırdığı gerçeklik algısını muhalefet aşamadı. Bugün her bir mahalledeki seçmenlerin en az yarısı kendi mahallesine hakim duygu dünyasından rahatsız. Herkesin kendi bireysel hayatına, ortak geleceğe dair derin endişeleri var.
Bir de enflasyon, sürekli artan gıda fiyatları, kira, işsizlik, eşitsizlik, adaletsizlik gibi yaşanan gerçek sorunlar ve tüm bunların üzerine gerçeklikten tümüyle uzak siyasi aktörler var.
_____
Gazete Oksijen’de yayınlanan bu yazı burada kısaltılarak aktarıldı.
Makalede ifade edilen görüş ve düşünceler yazar(lar)a aittir ve FTP’nin görüş ve düşüncelerini yansıtmamaktadır.