6 Ekim 2014 IŞİD’in Kobane kentini kuşatması, işgal ve yeniden soykırım girişimi tüm dünyada büyük kaygı ile izlendi ve birçok yerde protesto eylemleri gerçekleşti.
Dönemin ruhu hafızasızlaştırma, bağlamdan koparma ve anlık refleks olunca yakın tarihe dair hafızayı canlı tutmak önem taşır. Tarihsel bağlam içindeki hafıza, karanlık yoldaki fener gibidir. “6-8 Ekim’de Türkiye’de ne oldu?” sorusu hâlâ tam olarak cevaplanabilmiş değil. HDP’nin defalarca verdiği araştırma önergeleri de tüm diğer önergeleri gibi yanıtsız kaldı.
6-8 Ekim 2014’te yaşanan olaylara ve hayatını kaybedenlerin dosyalarına baktığımızda, olayların devasa bir güvenlik mekanizmasına sahip olan devletin, varlığı değil yokluğu koşullarında gerçekleştiğini düşünür/sanır. Lakin, bu ülkenin tarihini bilenler, devletin en görünmediği anların mekanizmanın kollarının en derinlerden hareket ettiği anlar olduğunu bilir.
Puslu havayı sevenler, “bir bomba atarız işi çözeriz” zihniyetini siyasi yöntem haline getirenler, Türkiye’nin iç ve dış politikasını kuruluştan bu yana belirlemiyorlar mı?
Varlığını çatışma ve çözümsüzlük suretiyle “sindirme”, “dize getirme” üzerine kuran yapı, çözüm süreci ve barış ihtimalinin, devletin kuruluş paradigmasını sarsıcı etkisini gördü. Çözüm sürecindeki barış umudu ise lambadan çıkan cin oldu. Bu umudu o lambanın içine geri sokmak topyekûn bir seferberlik isterdi. İhtimalleri ve umudu yaratanları ve siyasetlerini tasfiye planı çalışmaya başladı.
16 Ekim 2014 tarihinde Antalya Alanya’da yaşayan B.M. isimli bir kişi, “35 kişinin ölümüne yol açan olayları başlatan çağrıyı yapan, Selahattin Demirtaş ve parti yetkilileri hakkında işlem yapılsın” diyerek, Türkiye’nin en hızlı işleyen kurumu CİMER’e başvurdu. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı 35 kişinin ölümü ile ilgili soruşturma başlatabilmek, siyasetçilere yönelik yıllarca sürecek tutuklamalar, yargılamalar ve HDP’nin kapatılmasına kadar giden bir kumpası işletebilmek için vasat bir ihbar mektubuna ihtiyaç duymuştu ve dosyadaki ilk temelsiz delil de bu oldu.
Devamını, hatırlanması için ve anlaşılması için, adım adım izlemekte fayda var.
2014 yılında resmî olarak açılan soruşturmada, 21 Mart 2016 tarihinde TCK 214. maddesinde düzenlenen “halkı suç işlemeye tahrik” suçundan, vekillerin dokunulmazlıklarının kaldırılması istemi ile fezleke hazırlanarak TBMM’ye gönderildi. 20 Mayıs 2016 tarihinde, siyaseten HDP milletvekillerini hedef alan, AYM’nin de belirli ve öngörülebilir bulmadığı[1], Anayasa’nın 83. maddesinde düzenleme yapıldı. Aynı düzenleme gerekçe gösterilerek Gezi tutuklusu Can Atalay hakkındaki davanın durması ve tahliye talepleri reddedildi.
4 Kasım 2016 günü merkezî bir karar ile HDP milletvekillerinin evleri basıldı. HDP eş genel başkanları kaçırılırcasına gözaltına alındı. Uzun süre nerede oldukları bilgisi dahi verilmedi. Devamında 15 milletvekili tutuklandı. Vekil olmayan MYK üyelerine dair soruşturmada ise, 2015-2018 yılları arasına yayılacak şekilde çağrı ile talimatla ifadeler alındı. İfadesi alınmayanlar dahil hiçbiri hakkında yakalama ve benzeri tedbir kararları çıkmadı.
Bu işlemleri Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı ile birlikte yürüten Kobane davasının savcısı A. Altun, o sırada Selahattin Demirtaş’ın tutuklu yargılandığı 19. Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki ana davasının duruşmalarında iddia makamı olarak yer alıyordu. Nisan 2018’deki duruşmada, Selahattin Demirtaş’a otuz birinci fezlekesi kapsamında 6-8 Ekim olaylarına dair iddia soruldu. Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’na muhalefetten ve halkı suç işlemeye tahrikten ceza istenen fezlekede S. Demirtaş, devletin ve hükümetin başlarına örmeye çalıştıkları kumpası gördü ve mahkeme başkanının bu fezlekeye ilişkin suçlamaları geçiştirmesine izin vermedi. Üç gün boyunca 6-8 Ekim olaylarının gerçekliğini kayda geçirdi.
Artık burada işi biten savcı Altun, Kobane soruşturma dosyası işlemlerine, yani asıl görevine geri döndü.
20 Eylül 2019 tarihinde, Figen Yüksekdağ ve Selahattin Demirtaş, o dönemin Ankara Cumhuriyet Başsavcısı Y.K.’nın başında durduğu soruşturma kapsamında, 6-8 Ekim olayları suçlaması ile ikinci kez tutuklandı. Tam da S. Demirtaş’ın yasal olarak tahliye edileceği gün. Kararı verecek hâkimin geç saatlerde bulunabildiği, “önemli bir şey değil” denilerek cezaevinden avukatsız ifadelerin alınmaya çalışıldığı, evrakların ve insanların Ankara Adliyesi’nde oradan oraya koşulduğu bir gün.
Türkiye’deki tüm savcılıkları harekete geçirip tanık avına çıkan savcılığın soruşturma kapsamında aldığı son tanık ifadesi Mart 2020 tarihli olmasına rağmen 25 Eylül 2020 tarihinde MYK üyesi olan ve olmayanlardan oluşan yirmi kişiyi farklı illerden baskınla gözaltına aldırdı. Yargının takvimi değil, siyasetin takvimi işledi.
Kararlar nerede alınıyordu bilemiyoruz ama uygulaması Ankara Adliyesi’nde yapılıyordu. Planı yürütenler dışında kimsenin hakim olmadığı soruşturmada gözaltı süresinin dolacağı gerekçesiyle dosya tevzi edilen savcıların “6-8 Ekim olaylarında 37 kişi ölmüş, ne diyorsun?’’dan öteye geçmeyen tek soruluk sorgusu ile müebbet hapis cezalarının istendiği bir iddianame hazırlanabildi.
Olayların gelişimi, demokrasi ve insan hakları mücadelesinde yer alanlara karşı, yargı mensupları, politikacılar, devletin istihbarat ve güvenlik güçlerinden oluşan bir yapının koordinatörlüğünde yürütülen ağır bir yargısal ve siyasi tacize maruz kaldığımızı gösterdi.
Bizim okuyup anlamaya aylar harcadığımız 3.530 sayfa iddianame ve 324 klasörlük dosyanın iddianamesinin bir haftada kabul edilmesi yargımızın “becerisi ve üstün zekâsı’’ ile dahi açıklanamayacak bir gariplik taşır. Kısıtlılık kararının kalkması ile ortaya dökülenler ise heyete, “keşke dosyayı okusaydık!” dedirtecek cinsten oldu.
26 Ekim 2018 tarihli, Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü (hangi il belli değil) antetli imzasız bir bilgi notunda soruşturmanın nasıl yürütülmesi, başka kimlerin gözaltına alınması gerektiğine, TCK 302. maddeden açılacak bir davanın kapatma davası için gerekçe olabileceğine kadar varan tarifnamenin kimler tarafından hazırlandığı tespit edilebildiğinde, bu kumpas davası suçunun fail(ler)i de ortaya çıkacaktır. Bu nedenle olsa gerek, mahkeme bu belgeye dair talepleri defalarca gerekçesiz reddetti.
Siyasi takvimin olağanüstü hareketli ve ayarı sürekli değişen çarkları arasında sürüklenen ve parçalanan yargının dosyada bir klasör evrak unutması da olağan karşılanmalıdır.
Örneğin bir gizli tanığın yirmi dokuz sayfalık ifadesi, 328 sayfalık fotoğraf teşhisi ile diğer bir tanığın yaklaşık elli fotoğraf teşhisinden oluşan on sekiz sayfalık ifadesi aynı gün içinde aynı savcı, aynı kâtip ve aynı kolluk personeli tarafından alınabilmiştir. İfadesinin yanlış alındığını sosyal medyada paylaşan bir tanığın başka bir şehirdeki dosyasına da açıkça müdahale edilmeye çalışıldığı görülmüştür.
Kobane davasında devleti bölmeye (TCK 302. Madde) dönüşen suç, Gezi davasında hükümeti devirmeye (TCK 312. madde) dönüştü. 2911 Sayılı Kanun’dan yargılansa toplantı ve gösteri hakkı kapsamında beraat edecek olan Gezi davası sanıklarına müebbet ve on sekiz yılı bulan cezalar verildi.
Baskıcı yönetimi güçsüzleştiren, dağıtma potansiyeli taşıyan her toplumsal olay münasip bir terör örgütü ile ilişkilendirilir. Münasip örgüt yok ise ‘”terör” ve “örgüt” kavramının da bir arada dahi yeterli olacağı yargısal form verilmiş çözümler her zaman bulunur.
Gezi davasının müştekisi hükümetin organları iken, Kobane davasının müştekisi AKP devletinin tüm kurum ve organları oldu.
Gezi’den Lice’ye açılan kapıyı yüksek duvarlarla ören hükümet her iki alandaki mücadele gibi, yargılamaları da toplumsal olarak ayrıştırmayı başardı. O kapı Türkiye tarihinin bir dönüm noktasının çıkış kapısı idi, olabilirdi aslında.
Başka bir yazının konusu olmakla birlikte toplumsal olarak kurul(a)mayan veya sürdürülemeyen ittifakların, seçim süreçlerine yansımasının olanaksızlığı da 2023 yılında yeniden deneyimlenmiş oldu.
Yargı tarihinde ilk kez bir davada devletin tüm kurumları, kamu tüzel kişilikleri, belediyeler, dernekler, bankalar, yani iktidarın müdahale alanında olan tüm kurumlar şikâyetçi olup davaya katıldılar ve davayı takip ediyorlar. Müşteki kurumlardan listenin başında AKP ve Adalet Bakanlığı yer aldı. HDP’ye karşı büyük Türkiye davası resmi çizilmeye çalışıldı.
Kurumlar dilekçe yarışı içinde devlete yardım etmek istediklerini, ne gerekiyorsa yapacaklarını yazdılar. Diyanet İşleri Başkanlığı da, IŞİD’in “Kürtlerin canı, malı, kadınları helaldir” fetvasının âdeta Diyanet versiyonu niteliğindeki bir dilekçe ile yargılananlara ve fikirlerine “sapkın” diyerek davaya müdahillikte rüştünü ispat etti.
Yargı tarihinde ilk kez suçlama konusu yasadışı örgütün tüm yönetici kadrosu da iddianamede yer aldı. KCK’nin tüm yöneticilerinin isimlerini sanık olarak kaydeden savcılık, iddianamenin kendisini aleyhe delile çevirmeye çalıştı. Ki ceza istediği mütalaada, “yargılananların örgüt yöneticileri ile yargılanmaya itiraz etmedikleri, bunun da örgütsel bağa işaret ettiği” gibi akıl sınırları dışında isnatlarda bulundu. Kamuoyunu yönlendirme ve algı yönetimi amaçlı olan bu yöntemi, ileride diğer örgüt davalarında da görürsek şaşırmayacağız.
DGM’ler kalktı mı dediniz? Daha “özeline” hazır mısınız; üstelik yasası da olmayanından? Özel seçilmiş heyet üyeleri ile sadece bu dava için görevlendirilmiş bir mahkeme, “ne memuru’ olduklarını bilmediğimiz kadrosu ile koca bir mekanizma -ve bunun karşısında dava avukatlarının olağanüstü gönüllü çabası… Usul hukuku hatırlatmalarına, “Ben burada bir usul uyguluyorum,” diye tepki gösteren heyet başkanının en dürüstçe sözü buydu belki de. Yazılı olmayan olağanüstü bir yargılamayla karşı karşıyayız.
AKP-MHP iktidarının alametifarikasından birisi de, her alanda yarattığı belirsizlik, güvensizlik ile muhalefeti etkisizleştirme becerisi. Kobane davası da, özel seçilmiş heyeti, şehre 40 kilometre uzaktaki mekânı (cezaevi duruşma salonu), her aşamada görünen/görünmeyen güvenliği ile özel bir yargılama.
Bir meslektaşımız “Endüstriyel yargılama yapıyorsunuz,” demişti. İki hafta kesintisiz duruşmanın peşinden bir hafta ara veren mahkeme, sonra yine siyasetin takvimine uyarak haftanın beş günü duruşma yapmaya başladı. Depremin hemen ertesi günü dahi duruşma açan mahkeme, kaybettiği zamanı kesintisiz oturum yapma kararı ile telafi etmeye çalışıyor.
Bu karar aynı zamanda tecrit koşullarındaki tutsakların ve davalar arası koşturan avukatların davayı takip etmelerini ve nitelikli hazırlık yapmalarını engellemek demektir. Zaten, duruma göre, sağlık mazeretleri dahi reddediliyor. Zaten her şey duruma, âna, zamana göre değişiyor.
Eski heyet başkanının bir çetenin yöneticisi olduğu iddiası ile soruşturma altında iken yargılamaya devam etmesine izin verilmesi, Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ’ın ikinci tutuklamalarını bizzat takip eden, HDP’ye yönelik soruşturmaların aktif takipçisi olan eski Ankara başsavcısının ayyuka çıkan çete bağlantısı iddiaları göz ardı edilebildi.
Kontrol düğmesi mahkeme başkanında olan SEGBİS sisteminde sesin kapatılmasına karşı tutukluların taleplerini yazdıkları kâğıtları önlerindeki küçük bilgisayarın ekranına yapıştırarak veyahut sesiz sinema oynayarak avukatlara iletme çabası ve avukatların mikrofonu kapatılmadığı sürece kısmen işe yarayan yolları savunma yöntemleri arasında yerini aldı. Yargısal şiddetin savaş aracı gibi kullanıldığı düzlemde, karşılıklı yöntemler geliştiriliyor.
Yargılanmaya itiraz ederken aynı zamanda yargılamanın öznesi olduğunu mahkemeye kabul ettirme çabasının izleyicisi olmak…
Türkiye siyasi tarihi, kadın mücadelesi, felsefe, sosyoloji gibi birçok başlıkta ders notu niteliğine bürünmüş duruşma çözüm tutanakları, mücadele eden insanın yarattığı olanakların kaydı niteliğindedir.
Sonuçlarını siyaseten en başta doğurmuş bir davanın şiddetini hâlâ kaybetmemesinin birçok nedeni var. Faşizmin kurumsallaşmasında, demokratik muhalefetin en güçlü siyasi temsili olan HDP siyasetinin etkisizleştirilmesi, güçten düşürülmesi amacı hâlâ önemini koruyor. Yanı sıra, demokrasinin, hukuk devleti ilkelerinin egemen olduğu siyasi ve toplumsal düzen için mücadelenin ortak zeminini yaratma, gerçekleştirme potansiyeli olan siyasi özneleri sindirme de bu yargısal tacizin hedefleri arasında yer alıyor.
Parti kadrolarının uzun süre içeride tutulması, bir hafıza ve mücadele birikiminin belleğin derinlerine itilmesi, çözüm sürecinin tüm tarafları ile zihinsel olarak gömülmesi, barışa dair umutların belki uzun süre yeşermeyecek şekilde tahrip edilmesi, IŞİD ve benzeri cihatçı paramiliter grupların o dönemde alan kaybetmesinin acısının çıkartılması, seçim döneminde ve Avrupa Konseyi 2023 sürecinde pazarlık malzemesi yapılacak olması gibi sayılabilecek birçok çıktı, davanın devlet ve hükümetin tüm olanaklarını yığdığı ana bir davaya dönüşmesine yol açmış görünüyor.
Bu yazı Birikim Dergisi’nden alındı.
Makalede ifade edilen görüş ve düşünceler yazar(lar)a aittir ve FTP’nin görüş ve düşüncelerini yansıtmamaktadır.