Anayasa Mahkemesi’nin Türkiye İşçi Partisi’nden milletvekili seçilen Can Atalay’la ilgili ihlal kararını tanımayan Yargıtay 3. Ceza Dairesinin, AYM üyeleriyle ilgili suç duyurusunda bulunması siyasette, özellikle hukukçular arasında infiale yol açtı.
Kuşkusuz asıl mesele Can Atalay’ın şahsi durumu değil, yargı sisteminin içine düştüğü kaos ve krize sürüklenen devlettir.
Bu nedenle kimi hukukçular, Yargıtay 3.Ceza Dairesi’nin kararını, bir “siyasi muhtıra”, kimileri de bir “darbe” olarak ağır bir dille eleştirmeye devam ediyor.
Kişisel olarak, yüksek yargı organlarının yetki ve sorumlulukları Anayasa’da açık şekilde belirtilmiş olmasına rağmen Yargıtay’ın aldığı kararı izah etmekte zorlanıyorum.
Daha vahim olanı, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın gelişmeler karşısındaki tutumudur.
Cumhurbaşkanın, Anayasanın 104. maddesinin gereği olarak “devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını temin etme” görevini yerine getirmek yerine, Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin kararını olumlu karşılaması ve AYM ile Yargıtay arasındaki krizi çözümsüz bırakmasının, gerçekten anlaşılması çok zor bir tavır olduğu kanaatindeyim.
AYM kararlarının değerlendirilmesi ve uygulanması yetkisinin Yargıtay’a ait olmadığını biliyoruz. Bu bağlamda Yargıtay’ın AYM üyelerine suç duyurusunda bulunmasının, bir “akıl tutulması” değilse, açıkça siyasi bir müdahale olarak değerlendirilmesi mümkündür.
AYM kararlarının değerlendirilmesi ve uygulanması yetkisinin Yargıtay’a ait olmadığı halde Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin yetki ve görev sınırlarını aşarak AYM üyeleri hakkında suç duyurusunda bulunmasının, bilgilerinin dahilinde olmadığı düşünülse de, CB Erdoğan ve Devlet Bahçeli anlayışıyla örtüşmediğini iddia edebilir miyiz?
CB Erdoğan ve MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin Anayasa Mahkemesi ile ilgili olumsuz tavırları gizli değildir. Hatırlanacaktır, MHP Genel Başkanı, Partisinin grup toplantısında AYM’nin kapatılması gerektiğini açıkça dile getirmişti.
Türkiye’de hukukun hiçbir dönemde egemen olmadığını belirtmeliyim; ancak şu da bir gerçek ki Türkiye Cumhuriyeti bir “hukuk devleti” olarak tanımlanmıştır. Toplumsal talep ve beklentiler de hep bu yönde olmuştur.
Eksikliklerine, ayırımcı uygulamalara ve darbe dönemlerinde askıya alınmasına rağmen AYM yine de kurumsal güvence olarak varlığını sürdürmüştür. Hukukun üstünlüğü prensibine dayanmasa ve anti-demokratik bir ülke olsa da Türkiye’de yargı organları, tartışmalara rağmen yakın zamana kadar en azından kendi içinde yasal sınırları korumaya özen göstermiştir.
Ne yazık ki söz konusu özenin, yargı-toplum ve yargı-siyaset ilişkisinde gerçekleşmediğini de belirtmeliyim. Bunun açık örneğini Kürt siyasetçilere, aydın ve yazarlara dönük veya KHK gibi uygulamalarda görüyoruz.
“Yardım ve yataklık, irtibat ve iltisak” gibi hukuk dışı yaklaşımlarla on binlerce insanın mağdur edildiği, binlerce kişinin mesleğinden ve işinden uzaklaştırıldığı ve binlerce insanın tutuklandığı bilinmektedir.
Selahattin Demirtaş ve Osman Kavala başta olmak üzere sayısını bilemediğim birçok siyasetçi ve binlerce tutuklu KHK mağduru, AİHM ve AYM kararlarına aykırı uygulamalarının kurbanı değil midir?
Esas itibariyle Türkiye, 28 Şubat döneminde olduğu gibi 15 Temmuz darbe olaylarından itibaren uzun süredir hukuk devleti kimliğini kaybetmiştir.
15 Temmuz’dan sonra keyfi uygulamaların adım adım yasaların yerine geçtiği, yetkilerin tek elde toplandığı, kararların siyasi ve ideolojik olarak verildiği gerçeği hep görmezden gelindi.
Özellikle muhalefet partilerinin; üniversiteler, hukukçular, sendikalar ve Barolar gibi kuruluşların edilgen ve tepkisiz kalması “Tek Adam” sisteminin kolayca yerleşmesine yol açmıştır.
Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin kararını da bu sürecin bir parçası olarak değerlendirmek mümkündür diye düşünüyorum. Bu bağlamda krizin daha da derinleşmesi şaşırtıcı olmayacaktır.
Türkiye, hukuk devleti kimliğini kaybettiğine göre söz konusu uygulamaları ve yetkililerin açıklamalarını hukuk çerçevesinde değerlendirmek de doğru değildir.
Bu uygulamaların aracı olarak yargının kullanıldığını bildiğimiz halde yargı bağımsızlığından, hukuktan ve adaletten nasıl söz edebiliriz?
Durumun ciddiyetine ve vahametine dikkat çekmek istedim.
Sağduyu ile sorunlarımızı değerlendirmek ve çözmek zorunda olduğumuzu hatırlatmak isterim.
Keyfi uygulamalarla ve adaletsizlikle muhalefet sindirilebilir; ancak kurumların çatışması ve dağılması önlenemez.
Kurumlar çökerse, sadece muhalefet değil iktidar da çöker.
______
Bu yazı Özgür Siyaset sitesinden alınarak yayınlandı.
Makalede ifade edilen görüş ve düşünceler yazar(lar)a aittir ve FTP’nin görüş ve düşüncelerini yansıtmamaktadır.