Krizin gitgide derinleşmekte olduğu Türkiye’de ortamı çok daha toksik hale getiren Yargıtay-AYM çatışmasıyla ilgili MHP lideri Devlet Bahçeli’nin parti grup toplantısındaki sözleri, yangına benzin dökmekle eşdeğerde. Son derece ağır suçlamalar —bir bakışa göre “iftiralar”— içeren sözlerin gerek yüce mahkemeye gerekse başkanına karşı tehdit, ve hatta daha da ötesinde hedef gösterme olduğuna şüphe yok. Türkiye’nin, çalkantılı yüz yıllık tarihinde böyle bir hadisenin evvelce yaşanmamış olduğuna dair bir şüphe de mevcut değil.
Doğal olarak sağduyu sahibi herkes bugünkü aşağılama, hakaret ve tehdit seli ardından tepki göstermeye ve elinden geldiğince hukuktan geriye kalan kırıntılara sahip çıkmaya çabaladı. Tartışma devam diyor, ama pek çok kez olduğu gibi yine burada da bir odak kayması söz konusu. Şu eksende fikir serdediliyor, spekülasyonlar ve tahminler eşliğinde: “AYM kapatılacak, bunun taşları döşeniyor.”
Bahçeli’nin çıkışı bence önemli, ama öncelikli bir hedefi işaret etmiyor. Çünkü AYM’nin kapatılmasına gerek yok. Buna geri döneceğim. Bence Bahçeli’nin üzerinde durulması gereken ama (odak kayması ve hengame nedeniyle) atlanan asıl vurgusu, bambaşka bir yerde. Şu sözlerde:
“Vakti yeterse İstanbul’a uğrayan belediye başkanını evine göndereceğiz. CHP ve HDP yönetimindeki belediyeleri cumhurun yönetimi ile birleştireceğiz. Kayıp yıllar Allah’ın izni ile son bulacak. Merkezi yönetim ile yerel yönetimler tek ses olacak. Belediye kaynaklarını bölücülere sevk edenlerden milletimiz hesap soracak.”
Burada da altı çizilmesi gereken, ortaya konmuş hedef şu:
“Merkezi yönetim ile yerel yönetimler tek ses olacak.”
Bu sözler, AKP-MHP ortaklığının, genişletilmiş haliyle Cumhur İttifakı’nın 31 Mart için nasıl bir meydan savaşına hazırlandığının, kararlılığının, yani başta Istanbul olmak üzere iktidarın kontrolünde olmayan büyükşehirlerin her türlü araç ve cihaz kullanılarak —aynen 14/28 Mayıs’ta olduğu gibi— “devranılacağını” tane tane anlatıyor. Bu sözlerin gerçekleşme ihtimalini geçen seçimde olduğu gibi hafife alanlar, bir kez daha yanılabilirler. Yanıldıkları an, Rubikon’un son kez geçildiği an olacak.
Bahçeli’nin sözleri, bu iktidarın yol haritasında net bir güzergahı, bir varoluş (yani beka) hedefini anlatıyor:
Dört başı mamur, ultra-merkeziyetçi bir rejim. Her şeyin aynen Azerbaycan ve Orta Asya Türki cumhuriyetlerinde olduğu gibi, tek merkeze bağlanacağı, rejim yanlılarına kaynakların tek musluktan akıtılacağı bir sistem.
Hedef bu, gerçekleşme ihtimali son derece yüksek.
Bu tablo içinde yüksek yargı kavgasının anlamı ve yeri ne olabilir? Cevabı basit: Böyle bir rejimi kurmayı hedeflediğiniz vakit —ki 10 yıldır bu şantiyede olanları pasif bir muhalefetin etkisiz mızmızlığı, hukuksuz ülkede hala hukukla mücadele olacağı yanılgısı ve toplumsal “rıza” eşliğinde izlemekteyiz— yargıda da çatlak bir parça bırakmamanız gerekir.
AYM, bazılarının sandığı gibi son 10 yıl içinde bir “hukuk kalesi” değildi, hele OHAL döneminde iyice ayarı ve kurumsal kimyası bozuldu, çelişkili ve utangaç kararlar verdi. Böyle davrandıkça etkisi ve itibarı azaldı, ama herşeye rağmen anayasal bir kurum olarak kalabildi.
Özellikle, kimi çevrelerce toptancı ve cahilce söylemle yerin dibine batırılan 2010 referandumunun “bireysel başvuru hakkı” tanıyan maddesi, aslında mahkemeyi tahkim etmişti.
Ama esas rahatsızlık da burada. Olsa olsa, bu yetkinin yasalar yoluyla budanması söz konusu olabilir.
Ama, şu noktanın zihinlerde netlik kazanması lazım:
Aslında, AKP-MHP iktidarının AYM’nin “varlığına dair” bir rahatsızlığı yok. Bir bakıma, yaşanan kavga, organize suç yapılarına açtığı savaşın sinir uçlarına dokunduğu söylenen MHP’nin masada elini yüksek açmasına yol açtığı da söylenebilir, ama gözden kaçan gerçekliği buraya ekleyerek yazıyı noktalamak isterim.
Son yıllarda, en kritik kararlarda (15 üyeli) AYM içindeki oy dengesi 8-7 veya 9-6 düzeyinde idi. Yargıtay’dan yatay kaydırılan İrfan Fidan’ın, Zühtü Arslan yerine AYM başkanı seçilememesi belli bir rahatsızlık yarattı, ama önümüzdeki 6 ay içinde, AYM zaten Saray’ın güdümüne girecek.
Atalay kararında ihlal lehinde kullandıkları oylar nedeniyle önce Yeni Şafak ardından da Bahçeli tarafından hedef tahtasına oturtulan dokuz “muhalif” üyenin üçünün görev süreleri Ocak ayı sonundan Mayıs ayı ortasına kadar dolmuş olacak.
“Ilımlı” üye Muammer Topal’ın görev süresi 29 Ocak’ta, yaylım ateşi altındaki Zühtü Arslan’ın görev süresi 17 Nisan’da, (Abdullah Gül’ün atadığı) Emin Kuz’un görev süresi 12 Mayıs’ta doluyor.
Yerlerine kimler nasıl seçilecek? Emin Kuz’un yerine seçimi doğrudan Cumhurbaşkanı Erdoğan yapacak. Başkan Zühtü Arslan’ın yerine gelecek yargıcı YÖK’ün belirlediği 3 aday arasından Erdoğan; Muammer Topal’ın yerine gelecek yargıcı da Danıştay’ın belirlediği 3 aday arasından yine Erdoğan seçecek. YÖK ve Danıştay’ın Saray’ın markajında olduğu konusunda pek bir şüphe yok.
Dolayısıyla Mayıs ortası itibarıyla —hele Istanbul ve İzmir gibi şehirleri de alıp “merkezi yönetimi” iyice tahkim ederse— Cumhur İttifakı’nın AYM içindeki rejim yanlısı dengeyi, hatta doğrudan bağımlılığı 12-3 şeklinde ve kalıcı biçimde lehine değiştireceğine kesin gözü ile bakılabilir. Bu senaryoda İrfan Fidan’ın emekliye ayrılacak Arslan yerine başkanlığa seçilmesi de mukadder görünmekte.
Başka deyişle, kavga gürültüye gerek kalmadan, bir rejim aparatı olarak AYM ile yola devam etmek, odağı sapmış mevcut tartışmalarda gözden kaçan, yüksek bir ihtimal.
Makalede ifade edilen görüş ve düşünceler yazar(lar)a aittir ve FTP’nin görüş ve düşüncelerini yansıtmamaktadır.