Türkiye’de siyaset, özellikle de son deprem felaketlerinden sonra çok sıkıştı. Bu sıkışıklıktan çıkma imkanı var mı?
Tabii ki bu sıkışıklıktan çıkacak da nasıl çıkacak?
Bugünü anlamak ve değerlendirebilmek için 2017 halk oylamasından sonra 2018 yılından itibaren kurulmuş olan Sultanizm Rejimi’nden başlamamız gerekiyor. Bu rejimin temel özelliği tek bir kişinin şahsi kararına göre yönetimin mümkün olması. O Anayasa, yasa, kural, kurum tanımıyor. Zaten tanısa tek bir kişinin şahsi kararıyla yönetim olmaz.
Böyle bir dönemde belli değişimlerin yapılabilmesini mümkün kılan bazı kurallar, prosedürler olması gerekiyor. Ama Sultanizm’de bunların hiç biri yok. Sultanizm’in değişmesi ya da gelişmesi diye bir şey söz konusu değil. Böyle olunca da büyük bir istikrarsızlık yaşanıyor.
Kuralsızlık esas. Kuralsızlık içinde kişisel değerlendirmelere göre yönetim esas. Anayasa’nın 8. Maddesi yürütme organını kaldırdı. Yerine yürütmenin Cumhurbaşkanı’ndan ibaret olduğunu kabul etti. Yani Türkiye’de yürütme yok. Ya da yürütme tamamıyla kişiselleşmiş durumda. Durum böyle olunca da bir tahminde bulunmanız mümkün değil. Bu demokrasi değil, melez bir rejim.
Hibrid tabir edilen bir rejim mi?
Hibrid ya da melez rejim. Melez rejimde demokrasi olmadığı için demokrasinin kuralları çalışmıyor. Demokrasilerde seçimler var. Seçimler belli kurallara, belli niteliklere sahip olmak üzere düzenleniyor. Yani seçimler özgür ve adil olarak yapılmak durumunda. Biz böyle bir seçim sistemine sahip değiliz. Özgürlük ortamı yok.
Medya tekelleşmiş durumda…
Sadece o değil. Medyadaki yayınların sansürlenmesi söz konusu. Ayrıca otosansür de var. Çünkü çok ciddi mali yükümlülükler uygulanıyor.
Bu durumda Türkiye’de özgür bir seçim yapmak mümkün mü?
Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü’nün (Reporters Sans Frontieres/RSF) yıllık raporları var. Bu raporlarda Türkiye 10 yıldır dünyanın en büyük gazeteci hapishaneleri arasında sayılıyor. Bunun ötesinde Freedom House Türkiye’yi 2016’dan itibaren özgür olmayan, otoriter ülke olarak tanımlıyor.
Dünya Adalet Projesi’nin (World Justice Project) 2022 verilerine göre Türkiye 139 ülke arasında 117. sırada. Yani en otoriter ülkelerin bile arkasında kalmış; demokrasi olmanın özelliklerini yitirmiş. Onun için özgür bir seçim ortamı mümkün değil. Yani 1950’de Demokrat Parti’yle CHP’nin üstünde anlaşmış olduğu özgür ve serbest bir ortamda özgür ve adil bir seçim yapma çizgisinden geriye düşmüşüz. Şu anda 1950’deki değil, resmen 1946’da yapılan seçimlere daha yakın durumdayız.
Sizin bu anlattıklarınıza bakarsak hiç bir çıkış yolu yok mu dememiz gerekiyor?
Bütün bu kısıtlara rağmen seçmen çok büyük ölçüde, 2018’den beri sürmekte olan ve bir çok sorunlar içinde bocalayan bu hükümet sistemini büyük maliyet yükleyen bir rejim olarak kabul edip bunu reddettiğini gösteren bir seçmen kitlesi oy verirse, o zaman bir çıkış imkanı buluruz.
Siz sıklıkla bizim toplumuzun içine işleyen “la ahlak bireysellik”ten söz ediyorsunuz. La ahlak bireysellikle nasıl çözüm bulunabilir?
Bunun teorisini kuran antropologlara göre yüzyıllardır sürmekte ve artık yerleşik hale gelmiş olan yoksulluk ve yoksunluğun derin bir şekilde toplumu etkilemiş olduğu yerlerde insanlar bu koşullara uygun olarak hayatta kalma stratejisi belirliyorlar.
Bu stratejide başkalarını düşünmek, başkalarıyla birlikte bir toplum içinde yaşadığını var saymak ve onların haklarını da gözeterek hareket etmek yaşamsal sorun haline geliyor. Dolayısıyla da bencillik esas haline geliyor. Bireysel olarak düşünüyorsunuz. Toplum sizi ilgilendirmiyor. Kendi varlığınızı devam ettirmek için çevrenizdeki her şeyden yararlanmanın yoluna bakıyorsunuz.
Bu teoriyi ortaya atan antropologların iddialarına göre bu insanlar için ailelerinin çıkarları da önem kazanıp bu yaşam stratejisinin parçaları haline gelmiş olabilir. O zaman bunu “la ahlaki hane halkı” olarak Türkçeye çevirebiliriz. İngilizcede “immoral householdism” deniyor.
Türkiye’de bu tür insan sayısı yüksek. Fakat kaç kişi olduğunu bilme durumunda değiliz. Başat durumda mıdır, temel unsur mudur? Bunu söyleyebilmek mümkün değil. Kente göç ve kent yoksulluğuyla birlikte bu, kentlerde bir hayli yoğun hale geldi.
2006 gibi Prof. Dr. Ali Çarkoğlu’yla birlikte Türkiye değerleri üstüne bir saha araştırması yapmıştık. Türkiye’de en yaygın olan zihniyet unsurunun ne olduğunu araştırdık. Ortaya çok ilginç bir sonuç çıktı. İnsanların davranışlarını da belirleyen özelliğin “anomiklik” olduğunu saptadık. Anomi üstüne Fransız sosyolog Emile Durkheim’ın kitabı var. Toplumun çözülmesi ve değişmesi sırasında eski bir takım bağların artık insanları bağlamadığı, eski kuralların terk edilip yenilerinin gelmediği bir ortamda kuralların mevcudiyetinin ortadan kalktığını yazar. Yani anomik insan kuralın mevcudiyetini bilmiyormuş gibi davranıyor. Sosyal psikologların kullandığı ölçüyü kullandık. Yaptığımız çalışmada Türk toplumunun inanılmaz şekilde anomik durumda olduğunu gördük.
Yani Türk toplumunun kurala tahammülü yok mu?
Hiç tahammülü yok. Trafik, imar, eğitim. Bu konularda ne kadar anomik olduğumuz belli değil mi? Biz aklımıza estiği gibi davranacağız. Bunu kendimizde doğal bir hak olarak görmekteyiz.
Özgür olarak tanımladığımız 1950 seçimleri sırasında Türkiye nüfusunun yüzde 25’i kentlerde,yüzde 75’i kırsal alanda yaşıyordu. Bugün Türkiye nüfusunun sadece yüzde 7’si kırsal alanda yaşıyor. Bu çok büyük bir değişim. Yani kır toplumu hemen hemen yok oldu. Onun yerine bir yeni kent toplumu var. Ama kenti sadece imkan olarak gören, memleketi olarak içine sindirmeyen bir nüfusla karşı karşıyayız. Dolayısıyla da yeni bir kent kültürü oluştu. Ne kentli ne küçük kasabalı, ikisi arasında kalan bir nüfus ortaya çıktı. Bu da bizi zorluyor, meydan okuyor.
Siyasetin de etkisiyle bildiğimiz değerlerin yabancı, erdemsiz olduğu, bunların bize çarpık Batılı düşünenler tarafından empoze edildiği inancı yaygınlaştı. Yeni bir erdem anlayışı ortaya çıkartmak ve ona dayalı olarak bu erdeme sahip olanları gerçek halk olarak kabul edip diğerlerinin onları sömürmekte olduğunu ve bu sömürüyü ortadan kaldırabilmek için kent seçkini olarak kabul ettiklerini ekarte etmek için siyasal bir yaklaşım geliştirdiler. Buna da popülizm diyoruz.
Bu ileri teknoloji devrinde, bu yeni kentli nüfusun genç kuşağının hala muhafazakar bir yapıyı benimseyebileceklerini düşünüyor musunuz?
Bunlar muhafazakar değil, anomik. Yani kural tanımayanlar. Anomi tek başına muhafazakarlığı sorunlu bir kavram haline getiriyor. Çünkü anomide korunacak bir yapı, kural filan yok. Aklınıza estiği gibi davranıyorsunuz.
Orada adab-ı muaşeret de yok. Çok rahatlıkla küfür edebiliyorsunuz. Başkalarını aşağılayabiliyorsunuz.
Zaten bu tür davranışları her gün görüyor, şahit oluyoruz…
Kent kültürünü değiştirip kendi kültürünü yerleştirmeyi amaçlıyor. Bunu en kestirme yapmanın yolu da siyaset. Bir ara derin yeisle, “Kendi kültürümüzü üretemedik,” dediler. Ama o kolay üretilebilecek bir şey değil. Ciddi bir zihniyet değişikliğiyle birlikte felsefi derinlik gerektiriyor.
Kent kültürü olarak ifade edilenin acaba yerine geçebilir mi? Kent kültüründe ciddi bir bilimsel köken, felsefi bakış açısı ve çoğulculuk var. O çoğulculuğun belli özgürlük alanları verdiği insanlar bulunuyor. Ama özgürlük alanlarının da sınırları var. Çünkü özgürlük sınırsız değil. Sınırsız olan anomidir. Özgürlüğün yerine anomi geçer mi? Onu bilmiyoruz. Bence mümkün değil.
Anomi sizi çoğulcu bir topluma değil ancak anarşik bir topluma götürür. Belli bir siyasi liderin ve kadrosunun iktidarını sağlamak ve pekiştirmek için kullanmak söz konusu.
Bütün popülist parti ve yönetimlerde bu özellik var.
Bizde bu özellik 1950’de Demokrat Parti iktidarıyla ortaya çıkmadı mı?
Evet. Daha sonra kırsal tabanlı Adalet Partisi ve öbür partilerle devam etti. En son AKP’ye geldiğimiz zaman başka bir şey ortaya çıktı. AKP tabanı kentli. Çünkü nüfus artık kentte yaşıyor.
Kırdan gelmiş, kente entegre olamamış olan, çoğu işsiz, bir kısmı lümpen bir kitle. Bu, Türkiye’nin en büyük seçmen bloku. Yüzde 40.
Eğitim düzeyi çok düşük, işsiz, herhangi bir işte çalışamayacak bir kitle var. Bu kitleyi din ve milliyetçilik değerleri üstünden sweferber ederek, gerçek kentli, eğitim düzeyi yüksek, bir işte çalışan toplum kesiminin statüsünü ortadan kaldırmak için bir çalışma yapan AKP, MHP ve BBP’nin oluşturduğu Cumhur İttifakı denilen bir blok var. Bunlar gayet popülist davranıyorlar ve düşük gelirli, eğitimsiz seçmen blokuyla hareket ediyorlar.
Yaşadığımız deprem felaketi bu blokun taktiğini bozabilir mi?
Bu kitle yoksulluk ve yoksunluk içinde oldukları için derme çatma diyebileceğimiz binalarda yaşıyorlar. Depremde en çok kayba uğrayan onlar. İkincisi ekonomi bozulduğunda gene onların kaybı öbür kesime kıyasla daha yüksek oluyor. Böylece de daha ağır bedel ödüyorlar.
Türkiye’de yoksulluğun kökleri Amerikan kıtasının keşfine kadar gider. Amerikan kıtasının keşfi ve oradan değerli madenlerin Avrupa’ya akımı 1520’lerden itibaren Avrupa’yı çok ciddi bir enflasyon sorunuyla karşı karşıya bıraktı. O enflasyonun Osmanlı İmparatorluğu’nun üstündeki etkisi yıkıcıdır.
İktisadi yapısı giderek bozulan ve bunun iktisadi bir sorun olduğunu anlayamayan Osmanlı çok kötü bir ekonomik sorunla karşı karşıya kaldı. Avrupa’da 1769 sanayi devrimiyle birlikte hızla sanayileşirken Osmanlı onun da farkında olmadı. Ekonomik bakımdan küçülüp çöktükçe giderek içine kapandı. Osmanlı’dan beri 600 yıldır yaşanan bu yoksulluk iyice yer etmiş durumda.
Bir de Türkiye’de siyasetçiyle seçmen kitlesi arasında bağımlı bir ilişki var. Güç seçilende, seçende değil. Bu da demokrasinin çalışmasında büyük sorunlar ortaya çıkartıyor. Çünkü demokraside halkın temsilcisi olan kişilerin halka hesap vermesi esastır. Ama patron-yanaşma ilişkisinde halkın hesap sorabilmesi akıl dışıdır.
Demokraside güç halktadır. Temsilciler vekildir. Bir avukat gibi halkın isteklerini yerine getirmek durumundadır. Ne kadar iyi ya da ne kadar kötü yaptığını da gidip halka hesap vermelidir. Ama bu varsayımın Türkiye’de çalışması hemen hemen mümkün değil.
Bir de çıkar grupları var. Bunlara sivil toplum kuruluşları zaman zaman da baskı grupları deniyor. Bu gruplar belli siyasi partiler için halk kitlelerinden oy devşirebiliyorlar.
Tarikatlar gibi mi?
Tarikatlarda sufilik var. Bizdeki öyle değil. Siyasal ve ekonomik çıkarlar temeline dayanıyor. Ama sadece tarikatlar değil. Sağ ve sol sendikalar da böyle çalışıyor. TÜSİAD, MÜSİAD gibi dernekler de aynı şekilde faaliyet gösteriyor. Bunlar çıkar ilişkilerini belirli seçmen kitleleriyle farklı temellerde kuruyorlar.