Malum klişeye göre, “savaşta ilk zayiat hakikattir”.
Hakikat, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Türk demokrasisine karşı açtığı savaşın kurbanı oldu. Geleneksel olarak anlaşıldığı şekliyle gazetecilik yapmak bugün Türkiye’de neredeyse imkânsız.
Gazetecilik şüphecilik ve güçlüleri rahatsız eden hikâyelerin peşinden gitme isteği gerektirir. Erdoğan bunu Türkiye’de fiilen “yasadışı” hale getirdi.
Bunun nasıl gerçekleştiğinin hikâyesi Türkiye’nin çok ötesinde bir öneme sahip: Belarus’tan Nikaragua’ya, Rusya’dan Amerika Birleşik Devletleri’ne, Polonya’dan Filipinler’e kadar, otoriter liderler basının göz ardı edilemeyecek kadar büyük bir güç olduğunun farkına vardılar.
Amaçları gazeteciliği halkla ilişkilere dönüştürmek. Türkiye’de bu, Erdoğan, yandaşları ve politikaları için basını bir tür “tezahürat tribününe” dönüştürmek anlamına geliyor.
Türkiye’de büyük hikâyeler, gelişmeler anlatılmadan ortada bırakılıyor.
Muhabirler Kürtlerin mücadelesi ve yönetici seçkinlerin yolsuzlukları gibi çeşitli konularda özgürce araştırma yapıp yazabilselerdi, ülke büyük ölçüde zenginleşirdi.
Pek çok yetenekli gazeteci, bugün Türkiye’deki yaşamın gerçekliğini, hakikatlerini yansıtacak içerikte bu ve sayısız başka hikâyenin peşine düşmeye fazlasıyla hevesli. Ancak, hapis cezası nedeniyle bunu yapmaları yasak veya engelli olduğundan, ya kendilerini susturmak ya da sürgünü seçmek zorundalar.
Ülkenin tek adam yönetimine doğru sürüklendiğini açıkça belgeleyenler de dahil olmak üzere, Türkiye hakkında pek çok aydınlatıcı hâlâ yayınlanıyor. Ancak bunların hemen hepsi Türkiye dışındaki gazeteciler tarafından yazılıyor. Ülke içinde pek kimse bunları üretemiyor.
Türkiye geçmişte de buna benzer dönemler yaşadı. Gazeteciler 1980 askerî darbesinden sonra tutuklananlar arasındaydı ve basının hükümetin rahatsız olduğu konuları araştırması kesinlikle yasaktı.
Daha sonra göreceli bir açıklık dönemi yaşandı. Türkiye gazeteciliği daha canlı ve özgün hale geldi. Tamamen özgür değildi, olamadı, ama bugünle kıyaslandığında o dönemin altın bir çağ olduğu söylenebilir.
Erdoğan basını baskı altına almak için çeşitli taktikler kullandı. En bariz olanı gözdağı vermek. Türkiye’nin en iyi ve en parlak gazetecilerinden bazıları bugün hapishanelerde çürüyor.
Gazeteciler, hükümetin kontrolü altındaki savcıların, yazılı olmayan ancak iyi anlaşılmış ifade özgürlüğü sınırlarını aşan herkesi memnuniyetle mahkûm edeceğini bilmekte. Bu da bir otosansür kültürü yaratmış durumda. Muhabirler neyi haber yapıp yapamayacaklarını, editörler de neyi basıp basamayacaklarını, yayınlayamayacaklarını biliyorlar.
Bir başka başarılı taktik de, hem yazılı hem de görsel medya kuruluşlarına sahip olan büyük medya holdinglerini hükümet denetimi altına almak oldu.
Hükümetin bu varlıklı destekçileri, kendilerine yayına kimin çıkacağına, hangi konuları tartışabileceklerine; bu konular hakkında ne söyleyebileceklerine karar verme hakkı veren “kontrol hisselerini” satın aldılar.
Bu işadamları, işbirlikleri için zengin bir şekilde ödüllendirilmekte ve diğer işletmeleri için hükümetten ayrıcalıklar kazanmaktalar.
Günümüz Türkiye’sinde medyanın önemli rollerinden biri, Erdoğan’ın kampanyalarını desteklemek ve alkışlamak, hem yurtiçinde hem de yurtdışında düşman olarak gördüklerini şeytanlaştırmak.
Habercilik, hükümetin “vatandaşların duymasını istediği şeylere göre” değişiyor. Erdoğan Kürt kimliğine karşı periyodik kampanyalarından birini başlattığında, “kötü” Kürtler hakkında hikâyeler ortaya çıkmaya başlıyor. Kürt partilerinin siyasi desteğine ihtiyacı olduğuna karar verirse, bu hikâyelerin yerini “iyi” Kürtlerle ilgili diğerleri alıyor.
Herkes Türkiye’nin Suriye içinde toprak ele geçirmesini övmek zorunda. Basın, Türkiye’deki Suriyeli mültecileri ya tembel kan emiciler ya da çalışkan talihsizler olarak adlandırıyor, hepsi de hükümetin her an izlemek istediği çizgiye göre.
Türkiye gazeteciliği sürgünde gelişiyor.
Önümüzdeki seçimlerin sonucuna bağlı olarak, bir kez daha Türkiye’nin içinde gelişebilir.