2023 sadece Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. yıldönümü değil. Aynı zamanda en kritik yılına da dönüşebilir. Dört ili yerle bir eden, diğerlerine de hasar veren, 50.000’den fazla insanın ölümüne neden olan 6 Şubat depreminin Türkiye siyaseti ve toplumu üzerinde kalıcı bir mirası olması muhtemel.
Dahası, seçmenler yirmi yıldır Türkiye’yi yöneten Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın siyasi kaderini belirlemek üzere 14 Mayıs’ta sandık başına gidecek.
Başlangıçta kapsayıcı politikalar izleyen ve Türkiye’nin asker-güdümlü siyasi sisteminden büyük bir kopuşu temsil eden Erdoğan, son zamanlarda acımasız bir demir yumrukla yönetiyor.
Türk siyasi sistemini parlamenter sistemden başkanlık sistemine dönüştüren Erdoğan, ülkedeki her kuruma tek başına hükmetmekte. Medyanın, Merkez Bankası’nın, üniversite sisteminin, parlamentonun, bürokrasinin ve – en önemlisi – yargı sisteminin özerkliğinin ve bağımsızlığının içini boşalttı. Yargı, hem gerçek, hem de hayali düşmanları, çoğu zaman olağanüstü uzun hapis cezalarıyla cezalandırmanın bir aracına dönüştürüldü.
Seçimlerin sonucunu iki kriz beklemekte: Bunlardan ilki, ezeli Kürt meselesi. Bu kalıcı bir sorun. Erdoğan’ın iktidarı sırasında kısa bir an için umut ışığı belirmişti, ancak bu ihtimal ortadan kalktı.
Aşırı sağcı Devlet Bahçeli’nin Milliyetçi Hareket Partisi ile kurduğu ittifakın ardından Erdoğan, Kürtlerin kazandığı birçok temel haktan vazgeçti. Eski eş başkanı uzun süreli hapis cezasına çarptırılan, seçilmiş belediye başkanları ve milletvekilleri görevlerinden uzaklaştırılan Kürt yanlısı Halkların Demokrasi Partisi’ne (HDP) sürekli baskı uyguluyor. Parti, sürekli olarak yasaklanma tehdidi altında.
İkinci kriz ise, Erdoğan’ın giderek vasatlaşan yönetim tarzı altında zarar görmeye başlayan Türkiye’nin – bir zamanlar umut vaat eden – ekonomisi. Yetkin ve uluslararası saygınlığı olan yöneticileri görevden alan Erdoğan yerlerine yandaşlarını ve sadıklarını getirdi. Benzer şekilde, ülkenin ekonomik geleceğini sadece beş şirketin lehine işleyen bitmek bilmez bir inşaat kampanyasına bağlaması, döviz borçlarının artmasına, ödemeler dengesi krizlerine ve yüksek enflasyona yol açtı.
Görünürde iktidarda olan, ancak yapacak çok az şeyi kalan Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) üyeleri, dev bir “iş bağlama” çarkına dönüştü. Yıkıcı deprem haklı olarak inşaat sektörüne olan güveni sarstı ve ekonomiye daha da fazla zarar verdi.
Peş peşe sıralanan iki zorluğun temelinde, irili ufaklı her türlü kararın alınmasında Erdoğan’a bağımlı olan aşırı merkeziyetçi başkanlık sistemi yatmakta. Depreme verilen gecikmeli ve kaotik yanıtla birlikte bu sistemin sakıncaları, siyasetle ilgisi olmayan, ve hatta belki de Erdoğan’a desteği süren insanlar için bile belirgin hale geldi.
Bir aksilikle karşılaştıklarında Erdoğan ve AKP’nin çalışma tarzı başkalarını, tercihen yabancıları ve onların içerideki yardakçılarını suçlamaya dönüştü.
Ancak bu kez bütün kapılar AKP hükümetine çıkıyor. Vatandaşlardan yıllarca toplanan “deprem vergileri” hiçbir yerde seferber edilmedi. Hükümet tarafından finanse edilen kurtarma kuruluşu AFAD, kendisini bekleyen görev için hazırlıksız yakalandı.
Ayrıca, kaçak ve kalitesiz inşaat projelerini meşrulaştıran 2018 “imar affı” sadece ölü sayısının birincil nedeni olmakla kalmadı, aynı zamanda insanların evlerinde uyumaktan korktuğu İstanbul gibi büyük şehirlerin sakinlerini de ürküttü.
Tüm bunlar, yaklaşan seçim yarışında muhalefetin olası bir zaferine işaret etmekte. Ana muhalefet Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) lideri Kemal Kılıçdaroğlu, 6 partili muhalefet ittifakının saflarında süren ciddi kuşkulara rağmen kendini kabul ettirmeyi başardı.
En karizmatik ve yetenekli liderlerden biri olmayan Kılıçdaroğlu’nun monoton tarzı mevcut koşullar altında bir avantaj bile olabilir. Türkiye’nin karşı karşıya olduğu tüm çıkmazlara rağmen halk, her zaman öfkeli ve hırçın olan Erdoğan’ın aksine, Kılıçdaroğlu’nun üslubuyla rahatlayabilir. Başka bir deyişle, artık 20 yıl “yettiyse yetti artık” olabilir.
Yine de, Erdoğan’ı yok saymak hata olur. Erdoğan, Türkiye’nin nadiren gördüğü türden kurnaz ve dirençli bir siyasetçi olduğunu kanıtladı. Depremin yıkıcı sonuçlarına rağmen seçimleri ertelememeyi tercih etti, çünkü zaman geçtikçe ve hayal kırıklığı seviyesi yükseldikçe koşulların hükümet için daha da elverişsiz hale geleceğini biliyor.
Bu nedenle, Erdoğan’ın elinde bir dizi koz olduğunu varsaymak gerekir.
Seçeneklerden biri, “terörist” olarak nitelendirdiği, ABD destekli Suriyeli Kürt güçlerin peşine düşerek Suriye’nin kuzeyini işgal etmek. Ancak böyle bir hamle Erdoğan için artık bir seçenek olmaktan çıkmış sayılabilir:
Gerek ABD Genelkurmay Başkanı General Mark A. Milley gerekse CENTCOM Komutanı Michael Erik Kurilla, kısa bir süre Suriye’nin kuzeyine yaptıkları ziyaretlerle Ankara’ya bu yönde bir askerî harekâtın kabul edilemez olduğu mesajını verdiler.
Şu anda HDP’yi kapatmak belki de Erdoğan’ın elindeki en kolay seçenek. HDP, altı partili muhalefet koalisyonunun resmi bir üyesi değil, ama partinin eş başkanları ilk hedeflerinin Erdoğan’ın yenilgisine yardımcı olmak olduğunu açıkça belirttiler.
HDP’nin yasaklanması, özellikle de seçmenlerin sandığa gitmesinden günler ya da haftalar önce, neredeyse kesin olarak kaotik ve kafa karıştırıcı koşullara yol açacak. Bu da Erdoğan’ın muhalif seçmenler arasındaki katılım oranlarını bastırmasına yardımcı olacak.
Erdoğan’ın iktidarda kalmak için tam olarak ne yapabileceğini ya da bunu yapmak için ne kadar ileri gideceğini kestirmek güç.
Ancak giderek netleşen bir gerçek var: Bu yılki seçimlerin Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı için bir referandum olacağı.