Türkiye – onyıllarca olmasa da – önümüzdeki yıllar boyunca izleyeceği yolu belirleyecek çok önemli bir seçime hazırlanıyor. Altı parçadan oluşan Millet İttifakı 14 Mayıs’ta Cumhurbaşkanı Erdoğan ile karşı karşıya gelmeye hazırlanırken, riskler daha yüksek olamazdı. Seçmenler sadece önümüzdeki beş yıl boyunca Türkiye’yi kimin yöneteceğine değil, gerçekte rejimin nasıl şekilleneceğine de karar verecek.
2010’ların ortalarından bu yana ülke bir tür alacakaranlık kuşağında yaşıyor. Artık demokrasi değil, ama henüz tam teşekküllü bir otokrasi de değil. Bir yanda yönetimde bir diktatör var: O ve en yakın müttefikleri devletin muazzam kaynaklarını kontrol ediyor, faiz oranlarını düşürmek veya denizaşırı bir askerî operasyon başlatmak gibi hayati politikalara tek başına karar veriyor. Tüm denge ve denetleme mekanizmaları uzun süredir ortadan kaldırılmış durumda.
Öte yandan, muhalefet partileri ve seçmenler de havlu atmış değil. İhtimallerin her zaman kendilerine karşı olduğu, yaşaması zor bir ortamda nasıl çalışacaklarını; farklılıklarının üstesinden gelip ortak gündemler oluşturmayı ve hatta zaman zaman da galip gelmeyi öğrendiler.
2019 yerel seçimleri muhalefetin büyük bir zaferiyle sonuçlanmıştı: İktidardaki AKP İstanbul ve Ankara’yı kaybetti. Hepsinden önemlisi, Türkiye vatandaşları oylarının artık önemli olmadığı sonucuna varmadı. Erdoğan’ı desteklemek ya da cezalandırmak için seçim günü sandık başına gitmeye hazırlar.
Yetmiş yıl boyunca inşa edilen demokratik alışkanlıkların silinmesi zor. Türkiye toplumu 2010’lar boyunca yükselip duran otoriterleşme karşısında dirençli olduğunu kanıtladı.
Ancak, iki arada bir derede kalma durumu – ya da siyaset biliminden ödünç aldığımız bir kavramla, “rekabetçi otoriterlik” – sadece geçici bir aşama olabilir: Türkiye olgun bir otokrasiye kayma riski altında.
Hileyle gaspedilen bir seçim ve ardından gelen baskı, başta seçimler olmak üzere demokratik kurumlar üzerinde zararlı bir etki yaratabilir.
Kabaca 14 Mayıs’ta ve potansiyel olarak cumhurbaşkanlığı ikinci turunda neler olabileceğine dair üç senaryo var.
İlk senaryoya göre, Millet İttifakı HDP’nin (YSP’nin, ed.) de desteğiyle büyük bir zafer kazanarak cumhurbaşkanlığını ve meclisi büyük bir farkla ele geçiriyor. Muhalefetin ezici zaferi Erdoğan ve AKP’nin elini kolunu bağlıyor ve onlara iktidarı teslim etmekten başka seçenek bırakmıyor. Bu durumda (iktidarın) tek umudu, sönük ekonomik durum nedeniyle yükselmesi muhtemel toplumsal hoşnutsuzluğun kanatları üzerinde, Türkiye’nin “yeni yöneticilerine” karşı bir sonraki seçimi kazanmak olacaktır.
İkinci senaryo ise bunun tam tersi: Erdoğan 14 Mayıs’ta ya da ikinci turda Kemal Kılıçdaroğlu ve muhalefet bloğunun önünde büyük bir farkla çoğunluğu kazanıyor. Bu durumda, sonuçta ortaya çıkacak olan durum, “aynısının daha fazlası” olacak. Evet, yeni-eski cumhurbaşkanı iktidar üzerindeki kontrolünü sıkılaştıracak, ancak siyasi hayatın kuralları – eşit bir oyun alanı olmadan rekabet – temelde değişmeyecek.
Açıkçası Erdoğan’ın istediği senaryo da bu: Görünürde özgür, ama adil olmayan bir seçimden zaferle çıkmak. Medya desteği, devletin parasına ve diğer maddi kaynaklarına erişim de dahil olmak üzere kartların çoğu görevdeki kişinin elinde. Bu şekilde Erdoğan beş yıl daha seçim meşruiyetinin tadını çıkarırken, muhalefete de bir sonraki seçimde – örneğin 2024 yerel seçimlerinde – iktidara gelme şansını bırakmış olacak.
Ancak üçüncü – çok daha karanlık ve korkutucu – bir senaryo daha var. Muhalefet yüzde 1-2 gibi çok düşük bir farkla kazanıyor. Erdoğan, seçimi iptal ettirmek ya da oyların kısmen yeniden sayılmasını sağlamak için kurumsal hileleri ve özellikle de Yüksek Seçim Kurulu (YSK) üzerindeki kontrolünü kullanarak iktidarı teslim etmeyi reddediyor. Ve sonunda seçimin galibi olarak ilan ediliyor. Millet İttifakı sonuca itiraz ediyor. Ancak mevcut kurallara göre YSK’nin kararlarına yapılan itirazları Anayasa Mahkemesi ya da Danıştay yerine sadece YSK ile sınırlı; mahkemeler hakem değil; temyiz yolları kapalı.
İstanbul, Ankara, İzmir ve diğer büyük şehirlerde kitlesel protestolar başlıyor. Ve 2013 Gezi gösterilerinde olduğu gibi sert baskılarla karşılaşıyorlar. İnsanlara biber gazı sıkılıyor, dövülüyorlar, bazıları gözaltına alınıyor, yargılanıyor ve hapis cezasına çarptırılıyorlar, hatta bazıları öldürülüyor.
Erdoğan bir dönem daha tahta çıkıyor. Düşman dış güçlerin yardım ve yataklık ettiği bir başka darbenin daha engellendiğini söylüyor. Muhalefetin morali bozuluyor ve çok geçmeden CHP ile İYİ Parti birbirlerinin boğazına sarılıyor. Parlamentoda marjinalleştiriliyorlar ve aralarından bazı gruplar daha sonra saray tarafından aldım verdim üzerinden başkan lehine bölünerek seçiliyor.
Böyle bir senaryonun Türk siyaseti ve toplumu üzerindeki etkisi son derece olumsuz olacaktır. Gaspedilen bir seçim ve HDP’nin 2015 sonrasında maruz kaldığı türden muhalefete yönelik bir baskı, Türkiye’yi karanlık bir yola sokacaktır. Baskı daha fazla baskıyı doğuracaktır. Rejim, ders kitaplarındaki kişiselci otokrasi örneklerine dönüşecek. Ülke ağır bir bedel ödeyecektir.
Türkiye otoriter yönetime mahkum değil. Eninde sonunda 2015-16’ya kadar sahip olduğu kusurlu demokratik sisteme geri dönme ihtimali var. Tarihteki ve dünyadaki diğer diktatörler gibi Erdoğan da bir halef bulmakta ve bayrağı devretmekte zorlanacak.
Kendi suretinde inşa ettiği rejim ne sürdürülebilir nitelikte, ne de beklentileri karşılayabiliyor. 6 Şubat depremine verilen yanıttaki yönetim başarısızlığı bunun en bariz ve iç karartıcı örneği.
Yine de uzun vadede Erdoğan’ın Türkiye’sinde yaşamak ve hayatta kalmak zorunda olanların teselli bulması zor. Kısa vadede ise onları yeni bir çalkantı dönemi bekliyor olabilir.