Fotoğraf: Stefan Bladh
Sizi bu kitabı yazmaya iten şey neydi? Neden?
İsveç’in NATO üyeliği Türkiye vetosuyla durdurulmadan çok önce, İsveçli okurlara ülke hakkında söyleyecek bir şeylerim olabileceğini düşündüm. Son 30 yıldır aralıklı olarak gazeteci ve daha sonra da analist olarak Türkiye’yi takip ettim. Türkiye’de 20 yıllık deneyimi olan fotoğrafçı Stefan Bladh ile sık sık işbirliği yaptım, ve cumhuriyetin yüzüncü yıldönümü öncesinde bu kitabı birlikte hazırlamaya karar verdik. Kitapta Stefan’ın muhteşem fotoğrafları benim metnimle iç içe geçmekte.
Geriye dönüp baktığımda, bazen birlikte bazen de ayrı ayrı çalışarak Türkiye’de bazı çok önemli anlar yaşadığımızı fark ettim. 90’lar başında, Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın ani ölümünden kısa bir süre sonra Güneydoğu’ya gitmiştim. Devlet ile PKK arasındaki iç savaşın alevlenmesinin ne anlama geldiğini orada anladım.
2000’lerin ilk yıllarında, Erdoğan’ın 2002’deki ilk ulusal seçim kampanyası da dahil olmak üzere, AKP’nin iktidara yükselişini izkledim. AKP’nin iktidardaki ilk on yılı boyunca ekonomik büyüme, AB odaklı reformlar, Kürt barış süreci ve gelişen sivil toplum gibi pek çok umut verici gelişmeye tanık olduk.
Fotoğraf: Stefan Bladh
Ancak AKP’nin oylarının neredeyse yüzde 50’sini aldığı 2011 seçimlerinden sonra birçok açıdan başka bir dönüşüme tanıklık ettik:
Medya ve ifade özgürlüğü üzerindeki baskıların artması; 2013’te Gezi protestolarının şiddetle bastırılması… AKP’nin meclisteki mutlak çoğunluğunu geçici olarak kaybettiği, Kürt barış sürecini bitirdiği ve aynı yıl yapılacak bir sonraki seçimlerden önce MHP’nin aşırı milliyetçileriyle ittifak kurduğu Haziran 2015 seçimleri sonrasındaki gelişmeler… Türkiye dış politikasındaki U dönüşleri… Suriye politikasındaki yanlış hesaplamalar… Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın artan otoriterliği ve 2016’daki darbe girişimi ardından gelen yaygın tasfiyeler…
Türkiye şimdi bir başka önemli dönemece, 14 Mayıs seçimlerine doğru ilerlerken, yaşadıklarımızı özetlemenin zamanının geldiğini düşündük.
TR’deki kendi haber ve deneyimlerinize dönüp baktığınızda ne gibi değişiklikler görüyorsunuz? Ülke yerinde mi sayıyor, yoksa ilerliyor mu?
Ülke, AKP iktidarının ilk on yılında, ekonomik büyümenin şaşırtıcı olduğu, AB sürecinin gündemde ilerlediği ve kentleşmenin yaygınlaştığı dönemde muazzam bir şekilde değişti ve açıldı. Ancak, AKP’nin iktidarı giderek daha fazla ele geçirmesi aynı zamanda yeni bir yolsuzluk ve ekonomik kötü yönetim dalgasına da yol açtı, ve yolsuzlukla birlikte iktidardakilerin bunu örtbas etme ihtiyacı da ortaya çıktı.
Bazı açılardan tarihin tekerrürden ibaret olduğu söylenebilir. Bugün yaşanan enflasyon ve liranın değer kaybı 90’lı yıllardaki ekonomik krizleri hatırlatıyor. AKP’nin iktidara gelmesinin yolunu açan ve aşırı ölümlerden dönemin iktidar partilerinin sorumlu tutulduğu 1999 İzmit depremi, birçok Türk’ün bu yılki 6 Şubat sarsıntısından çektiği acıyı anımsatıyor. Tıpkı 1999’da olduğu gibi, bugün de depremden sağ kurtulanların çoğu depremlerin değil, kötü binaların ve kötü yönetilen devlet aygıtının insanları öldürdüğünün altını çiziyor.
Ayrıca Erdoğan’ın MHP ile ittifakı ve Türk milliyetçiliğini benimsemesi, Özal’ın Kürtlerle barış sürecinin bozulduğu 90’ların karanlık yıllarını hatırlatıyor. Ankara şu anda Kürt meselesini sadece terör sorunu olarak ele almakta, devletin baskı yapmakta olduğunu inkar ediyor. Bunun kısmen Erdoğan’ın Arap Baharı’nın patlak vermesinin ardından izlediği başarısız Suriye politikasından kaynaklandığını da kabul etmiyor.
Türkiye’nin geçişken sınırlarının Suriye’deki isyanın silahlandırılmasına, silah ve yabancı savaşçı akışına, IŞİD’in yükselişine nasıl yol açtığını hepimiz biliyoruz. ABD destekli Kürt YPG güçlerinin, kuzeydoğu Suriye’de Ankara’nın kabul etmeyi reddettiği Kürt liderliğindeki özerkliğin yolunu açtığını da…
Bu bağlamda, Mark Twain’den alıntı yaparak tarihin tekerrür etmediğini, ancak sık sık kafiyeli olarak ilerlediğini de eklemek isterim.
Kitapta çizdiğiniz “muamma Erdoğan” portresi çok çarpıcı. Türkiye’nin 100. yılında onu nasıl konumlandırıyorsunuz? Atatürk’ten daha uzun süre görev yaptı. Onun mirası ne olacak?
Yüzüncü yıl öncesinde Erdoğan’ın hedeflerinden biri, Atatürk’ü gölgede bırakmak. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kendi mirasını Türkiye’nin güçlü adamı olduğunu ve imajını ulusal çıkarlarının koruyucusu olarak inşa etmek istediğini söylemeye gerek yok.
Kendisi kesinlikle bir diktatör; aynı zamanda yargıyı uzaktan kontrol ederek kendisine meydan okumaya cüret eden herkesi susturma konusunda da acımasız.
Öte yandan, birçok U dönüşü ve fevriliği ile temayüz eden dış politikası, bir cumhurbaşkanı olarak yayılmacı olmayan; aynı zamanda bugünün milliyetçiliğine benzeyen bir şekilde Kürtleri ve Alevileri içeride bastırırken Lozan anlaşmasından sonra yeni sınırları sağlamlaştırmaya odaklanan Atatürk’ün politikasını hiçbir şekilde gölgede bırakamaz.
Kitabı yazarken ne gibi sonuçlar ve dersler çıkardınız?
Bunlardan biri, katı bir Türk milliyetçiliğinin, çok etnisiteli bir toplumda demokrasinin gelişmesinin reçetesi olamayacağı…
Tarihe dönüp baktığımızda, bugünün Türkiye’sinin tarihin ve Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanmasının merceğinden anlaşılması gerektiği de bir başka sonuç.
Atatürk’ten Erdoğan’a uzanan bir kırmızı ipliğin izi sürülebilir: Otoriterlik ve Türk milliyetçiliği. Ancak zaman değiştiği gibi, liderlerin de Avrupa, sınırlar ve İslam hakkındaki görüşleri de pek çok açıdan farklılaşıyor.
Seçimlerde ne bekliyorsunuz? Tünelin ucunda ışık mı, duvar mı var? Neden?
Cumhurbaşkanı Erdoğan için bu seçimler bir kırılma noktası olacak. Kazanamazsa, kendisini mahkemede yolsuzluk suçlamalarıyla karşı karşıya bulabilir.
Her siyasi lider için seçim kaybetmek traumatik bir gelişme olur; ancak bir otokrat için bu daha da traumatik nitelik taşır.
Demokrasinin olgunluğunu ölçmenin bir yolu, malum, mağlup olan liderin kaybını kabullenip kabullenmediği. Seçim sonuçlarının meşru kabul edilmesi her halükarda bir zorunluluk.
Bu nedenle hem yabancı hem de yerli gözlemcilere önemli görevler düşmekte. Seçimlere hile karıştırmanın pek çok yolu var: 6 Şubat depreminden etkilenen illerde bu muhtemelen daha da fazla olacak.
Seçim hilesi riski bana 2014 yerel seçimlerini hatırlattı; oy sayımı sırasında Türkiye’nin pek çok yerinde elektrik kesintileri yaşanmıştı. Ben de o sırada bunlardan birinde, İstanbul’da Karaköy’de bulunuyordum.
Ancak, eğer Altılı Masa ve CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu hem parlamento hem de cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazanırsa, Türkiye otoriter başkanlık sistemini ortadan kaldırma ve mahkemeler ile diğer kurumların bütünsel konumunu yeniden tesis etme şansına sahip olacak.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararlarına saygı gösterileceği ve dolayısıyla Osman Kavala ve Selahattin Demirtaş’ın serbest bırakılacağı konusunda daha fazla umut gelişebilir.
Ancak muhalefet kazansa bile geriye pek çok soru işareti kalıyor. Türkiye’nin kadın ve kız çocuklarının haklarına ilişkin İstanbul Sözleşmesi’ne yeniden taraf olup olmayacağını bilmiyoruz.
Muhalefetin zaferi ifade özgürlüğü, hukukun üstünlüğü, Kıbrıs ve Yunanistan’a ve içeride Kürtlere yönelik açılımlar için bir güvence sağlayacak mı? Milliyetçi içgüdülerin bazı partilerde ne kadar kökleşmiş olduğu göz önüne alındığında, bunu hiç bilemiyoruz.
Yeni, olası bir Türkiye hükümetinin Suriye’nin kuzeydoğusundaki Kürtlerle barışıp barışmayacağını ve Türkiye’deki Suriyeli mülteciler için günün sonunda sınır dışı edilmelerine yol açmayacak bir gelecek bulup bulamayacağını öngörmek de zor.
Cumhuriyetin yüzüncü yıldönümündeyiz, kitabınızın başlığı da böyle., Sizce ülke neden bu kadar büyük ve çok katmanlı bir krize sürüklendi? Nasıl açıklayabiliriz?
Anladığım kadarıyla, cumhuriyetin kötü gidişatının bir kısmı, sistemin şeffaf olmamasıyla, geçmişin insan eliyle üretilmiş zulümlerini tanımayı reddetmekle; örneğin Ermenilere ve Süryani Hıristiyanlara yapılanların inkâr edilmesiyle, bugünün pek çok vatandaşının iyileşmemiş yaralarının arkasındaki nedenlerle ve çözülmemiş Kürt sorunuyla açıklanabilir.
Kitabımızın son paragraflarında, 1992 yılında Türkiye’ye yaptığım ilk ziyaretimde tanıdığım Yahudi asıllı işadamı ve hayırsever İshak Alaton’dan alıntı var.
Onu 2016’da vefatından kısa bir süre önce son kez gördüğümde, eskisinden daha karamsar görünüyordu.
Türkiye Cumhuriyeti’nin korkudan beslendiğinden; uzlaşmak ve ilerlemek için geçmişin acımasızlıklarını ortaya çıkarmanın gerekli olduğundan bahsetmişti. Bu konuda haklı olduğuna inanıyorum.
Dünyadaki genel huzursuzluklar, kültürel-demografik değişimler ve küresel kargaşa göz önüne alındığında, Türkiye’de bu sorunların nasıl çözülebileceğini düşünüyorsunuz?
Hem bugün ve hem de geçmiş için daha fazla şeffaflık denemeye ne dersiniz? Bırakalım tarihçiler geçmişle ilgilensin, arşivlerde saklı olanları daha fazla ortaya çıkarsınlar ki bugünün vatandaşları atalarının başına gelenleri tartışabilsin, öğrenebilsin ve kabul edebilsin. Farklı geçmişlerden gelen insanların bilinmeyen yerlerde ve gizli mezarlarda kaybolan sevdiklerini onurlandırmalarına izin verin.
Anadolu’nun çok etnisiteli tarihi kabul edilsin, böylece eskiden Rumların, Ermenilerin veya Süryanilerin yaşadığı yerlerin eski isimleri, yerlerin mevcut Türkçe isimleriyle uyumlu bir şekilde restore edilebilsin.
Kürtçe’nin Türkçe’ye paralel olarak gelişmesine izin verin ve cumhuriyetin doğasının çoklu etnik kimliğe sahip olduğunu kabul edin. Ben, 2007 yılında öldürülmesi ardından “Hepimiz Hrant Dink’iz!” diyen Türklerin, istikrarlı ve barışçıl bir Türkiye’nin yolunu açmak için ne yapmak gerektiğini bildiklerine inanıyorum.