Ülkemizin yakın gelecekteki kaderini belirleyecek olan çifte seçime bir aydan az kaldı. Seçim kampanyasının ateşi henüz alışıldık ölçüde yükselmediyse de, dengeler seçim sonuçları hakkında öngörülerde bulunmak için yeterince oturmuş gibi.
Ama hemen söyleyeyim, objektif olarak bakıldığında, ufukta ne iktidardan ne de muhalefetten yana net bir zafer manzarası görünüyor.
Cumhurbaşkanlığı yarışı söz konusu olduğunda, farklı araştırma kuruluşları ya Kılıçdaroğlu’nu ya da Erdoğan’ı bir-iki puan önde göstermekle beraber, ikisinin de desteği yüzde 40-45 bandında seyretmektedir.
Bu da, önümüzdeki haftalarda adaylardan birinin belirgin bir hamle yapamaması halinde Cumhurbaşkanlığı seçiminin ikinci tura kalacağını göstermektedir.
Bu arada, Kılıçdaroğlu’nu Erdoğan’ın gerisinde gösteren kimi veriler karşısında, Altılı Masa’nın Kılıçdaroğlu’nu cumhurbaşkanı adayı göstermesinin yanlış olduğunu söyleyenlerin haklı çıktığı düşünülebilir.
Ben bu düşünceye katılmıyorum.
Verilerin zaman içinde değişebileceği bir yana, muhalefet adayının seçilmesi halinde devreye girecek olan zorlu geçiş dönemi cumhurbaşkanı olacak olan kişinin ittifaka mensup herhangi bir ‘’parlak’ veya popüler şahsiyet değil, hem bir parti lideri olmasını hem de ittifakın en büyük bileşeni olan partinin lideri olması zorunlu kılmaktadır.
Bunu benim gönlümdeki cumhurbaşkanı adayı Kılıçdaroğlu olduğu için söylemiyorum, ki değildir; içinde bulunduğumuz şartlarda en makul ve hakkaniyetli seçenek bu olduğu için söylüyorum. Mesele benim veya bir başkasının kişisel sempati ve antipatilerinden bağımsızdır ve Kılıçdaroğlu’nun adaylığını neredeyse zorunlu kılan bazı objektif nedenler vardır.
En başta şu: İktidara gelmesi halinde başta parlamenter rejime geçişi yönetmek ve her bakımdan batağa saplanmış olan ülkenin sorunlarını çözmek üzere kapsamlı bir program uygulamak mecburiyetinde olan bir siyasî koalisyonu ancak hem kendi partisini bu yönde mobilize edebilecek hem de ittifakın en büyük bileşeni olmak sıfatıyla ortaklarının da destek ve katkısını sağlayabilecek olan siyasî lider sürükleyebilir.
Bu arada, popülariteleri veya kişisel veya yerel yönetim düzeyindeki yetenekleri ne olursa olsun, henüz ulusal ölçekte birer ‘’siyasî’’ lider oldukları kanıtlanmış olmayan Ekrem İmamoğlu veya Mansur Yavaş bu görevi yerine getiremezdi.
Cumhurbaşkanı seçimiyle ilgili olarak şaşırtıcı görünen başka bir nokta, başlangıçta kendisine pek şans verilmeyen Muharrem İnce taraftarlarının yüzde 5’i bulması, hatta bazı anketlerde bu desteğin daha da yukarılara çıkmasıdır.
Dördüncü adayın yüzde 2 civarındaki oyuyla birlikte durumun böyle devam etmesi halinde, bunun Kılıçdaroğlu’nun en azından ilk turda seçilme şansını ortadan kaldıracağı tahmin edilebilir.
Muharrem İnce’nin bu düzeyde bir performans göstermesi de aslında bizi şaşırtmamalıydı. Çünkü, CHP’nin seçmen tabanı içinde hâlâ hatırı sayılır büyüklükte bir ulusalcı-lâikçi kesim bulunmaktadır.
Bu kesimin, bir yandan Altılı Masa’nın muhafazakâr (onların gözünde ‘’dinci’’) bileşenlerinden, öbür yandan Kılıçdaroğlu’nun adaylığını HDP’nin de desteklemesinden rahatsız olacaklarını beklemeliydik.
Bir de, bu kesim içinde Kürt kimlikli olduğu için Kılıçdaroğlu’nu Türkiye Cumhuriyeti’nin cumhurbaşkanı olarak görmeyi istemeyecek olanlar da var.
Bu arada yüzde 10’a yaklaşan oranda bir yurttaş grubu cumhurbaşkanlığı seçiminde henüz kime oy vereceğine karar vermemiş görünmektedir. Bu da, eğer seçim gününe kadar dengeleri ciddî ölçüde değiştirecek başka bir faktör devreye girmezse, kimin cumhurbaşkanı seçileceğinin anahtarının kararsızlarda olduğunu düşündürmektedir.
Muhalefet bloğu açısından bakıldığında, işin kötüsü, Cumhurbaşkanı adayı olarak Kılıçdaroğlu’nun, büyükçe bir kısmının eski AKP seçmenleri olduğu tahmin edilebilecek olan bu kararsız kitleye pek cazip gelmeyeceği de tahmin edilebilir.
Kabul etmek gerekir ki, cumhurbaşkanı adayı olarak Tayyip Erdoğan’ın Kılıçdaroğlu’na karşı başka avantajları da var. Bunların başında, Erdoğan ve partisinin şimdiye kadarki gayretlerinin de katkısıyla, Türkiye’de seçmenlerin siyasî olarak kutuplaşmış olması gelmektedir.
AKP yandaşı partizan medya da bu kutuplaşmayı baştan beri teşvik etmektedir, son zamanlarda bu furyaya maalesef muhalefet medyası da katılmış bulunmaktadır.
Bu durum muhalefetin AKP-MHP tabanını etkilemesini imkânsız hale getirmese de son derece zorlaştırmaktadır. Bu seçmen kitlesi muhalefetin sesine kulaklarını neredeyse tamamen kapatmış durumdadır.
Erdoğan’ın Kılıçdaroğlu karşısındaki başka bir avantajı da seçim kampanyasında bütün bir devlet aygıtını kendisine avantaj sağlayacak şekilde kullanmayı alışkanlık haline getirmiş olmasıdır.
Eskiden aşina olduğumuz, seçim yasaklarının iktidara da uygulanması durumu artık tarih olmuştur. Erdoğan bu sayede hem Altılı Masa’nın adayını itibarsızlaştırmaya çalışmakta, hem de yurttaşların muhalefet adayını başta TRT olmak üzere medyadan duyma imkânlarını ortadan kaldırmaktadır.
AKP-MHP cephesinin gerek duyduğunda maalesef yargıyı bile kendi siyasî davasının yardımına koşabileceğini de öğrenmiş bulunuyoruz.
Ülke her ne kadar baştan başa ‘’dibe batmış’’ olsa da, bütün bunlar Erdoğan’ın hâlâ kazanma ihtimali olduğunu göstermektedir.
Aslında, bunun için bir nedenimiz daha var: Bu seçim Türkiye için olduğundan çok Erdoğan ve ekibi için bir kader seçimidir. Kendi bakış açısından, Erdoğan bu seçimi kazanmaya ‘’mecbur ve mahkûmdur.’’
Onun için, bu mahkumiyetin gerektirdiği her şeyi yapabileceğini akılda tutmak gerek.
Kısaca, eğer kazanmak istiyorsa, Altılı Masa son ana kadar uyanık bir dikkatle ve daha sıkı çalışmak zorundadır.
Yukarıda ifade edilen görüş ve düşünceler yazar(lar)a aittir ve FTP’nin görüş ve düşüncelerini yansıtmamaktadır.