Türkiye’yi izleyenler arasında 14 Mayıs’ta yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimlerinin sonuçları konusunda yoğun ve çoğu zaman da hararetli görüş ayrılıkları var.
Bireyler, ortada çok az alan bırakacak şekilde kendi kamplarına, siperlere çekilmiş durumda: İnsanlar ya Erdoğan’ın kesinlikle kazanacağına, veya büyük bir farkla kaybedeceğine ikna olmuş görünüyor.
Her iki taraf da kendi pozisyonları için sayısız açıklayıcı faktöre dayanan, nispeten ikna edici anlatılara sahip: Gazeteci veya akademisyen olarak deneyimlerine veya anketlere atıfta bulunarak ülkenin ekonomik durumuna dair anlatılar bunlar.
Gerçek şu ki, seçim takviminin tam da bu noktasında, bir tahmin oyunu bu.
Kendi adıma, Erdoğan’ın üçüncü bir beş yıllık dönem için iktidarı elinde tutma şansının, muhalefetin adayı Kemal Kılıçdaroğlu’nun kazanma şansından daha yüksek olduğunu tahmin ediyorum. Gerekçelerimi diğer köşe yazılarımda ve mülakatlarda açıklamaya çalıştım. Gelgelelim, öngörümün gerçekleşmesi halinde, Erdoğan’ın görevde kalmasını kim ya da hangi faktörlerin sağlayacağı sorusu üzerinde bu noktada düşünmeye değer.
İlk olarak, en bariz unsur şu: Türk seçmenlerin kendileri. Erdoğan’ın meşru bir zafer kazanması durumunda, bunun büyük bir kısmı seçmen taleplerine bağlanabilir.
Türklerin çoğunluğu 14 Mayıs’ta sandığa giderken hukukun üstünlüğü, demokrasi ve diğer yönetişim konularına öncelik vermeyecek. Öyle olsaydı Erdoğan’ın yüzde 40’larda oy aldığını görmezdik.
Bunun yerine, seçmenler öncelikle korunma arzularıyla motive olmakta: “Oy verirken ekonomik çıkarlarımı kimin gözeteceğine inanıyorum..” Erdoğan tam da bu motivasyonun karşılığını vermek için son birkaç hafta içinde parasal muslukları açtı: Emeklilere ikramiye, hanelere ücretsiz doğalgaz ve asgari ücrete zam…
Kılıçdaroğlu’nun buradaki sorunu, seçmenleri cüzdan meselelerinde Erdoğan’dan daha iyi hizmet verebileceğine ikna edebilecek yerde olmaması – Erdoğan zaten bunu gösterebilecek ve böylece seçmenleri cezbedebilecek bir konumda. Devlet kaynaklarının kesenin ağzını kontrol ediyor ve bu kaynaklar zaten vatandaşların oylarını satın almak için kullanılıyor.
Buna karşın, Fransız ve İsrail vatandaşlarının son zamanlarda demokratik geleceklerini tehdit ettiğini düşündükleri yönetim sorunlarını protesto etmek için sokaklara döküldüğünü hatırlayalım. Fransa’da emeklilik yaşının müzakere dışı bir şekilde yükseltilmesi üzerine seçmenler hükümetin hesap verebilirliğini talep etmekte. İsrail’de ise hükümetin yargı bağımsızlığını kısıtlama girişimine karşı çıkan vatandaşlar kitlesel protesto gösterileri düzenlemekte.
Her iki durumda da seçmenler demokratik yönetişim sorunlarıyla yüzleşerek motive olmaktalar. Eğer Türklerin önemli bir kısmı bu iki örneği tekrarlamaya kalkışırsa, Erdoğan hükümeti 2013’teki Gezi Parkı protestolarında görüldüğü gibi bu tür meydan okumaları bastırmak için muhtemelen kaba kuvvet kullanacak.
Seçmen talepleriyle bağlantılı olan ana muhalefet, yani “Millet İttifakı”, Kemal Kılıçdaroğlu’nu aday olarak gösterme kararı alan altı muhalefet partisi. Ne yazık ki bu muhalefet bloğunun başından beri hukukun üstünlüğü ve demokratik yönetişim konularına retoriğin ötesinde bir öncelik vermediği gözlemlenebilir.
Bunun yerine “siyasi ganimetin paylaşımına” odaklanılmıştır. Örneğin, ittifakın cumhurbaşkanı adayının kim olacağına karar verme süreci işlevsiz bir kavgaya dönüştü ve neredeyse ittifakı parçalıyordu.
İttifakın ana kampanya vaadinin Türkiye’yi (cumhurbaşkanlığının yetkilerini ve konumunu önemsizleştirecek) parlamenter yönetim sistemine geri döndürmek olduğu düşünüldüğünde, ittifak liderlerinin cumhurbaşkanı adayının kim olacağı konusunda neden bu kadar çok mücadele ettiği de merak konusu.
Eğer amaç Erdoğan’ı yenmek ve Türkiye’de hukukun üstünlüğünü ve demokratik yönetimi yeniden tesis etmek olsaydı, rakamlar İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nu aday göstermenin en iyi seçim olacağını gösteriyordu.
Kılıçdaroğlu’nun bunun yerine aday olmaktaki ısrarı, muhalefetin demokratik önceliklerinin sınırlarını ortaya koyuyor.
Cumhurbaşkanı adayı olmak için yaşanan yoğun rekabet, milletvekili aday listesinin belirlenmesine ilişkin tartışmalara da yansıdı. Tüm partilerin milletvekili aday listelerini sunması gereken 12 Nisan tarihine kadar, ittifak içinde hangi partinin ne kadar güvenli koltuk paylaşacağı konusundaki yoğun at pazarlığı dikkatlerin odağındaydı.
Bu durum seçmenlere zaten nispeten alışık oldukları bir şeyin sinyalini verdi: Siyasetçiler ve siyasi partiler sadece hükümetteki pozisyonlarını güvence altına almakla ilgileniyorlar.
Muhalefet oylarını bölen iki bağımsız aday da bu karışıma eklenince Erdoğan’ı ilk turda yenme şansı azalıyor. Ancak daha da önemlisi, 2018’de Erdoğan’a karşı yarışan ve başarısız olan Muharrem İnce ve Sinan Oğan’ın adaylıkları, Erdoğan’ın muhalefet kampını lekelemek ve bölmek için teşvik ettiği fırsatçılık olarak algılanıyor.
Son tahlilde, Erdoğan’ın kazanması halinde seçmenler, Erdoğan’ı yenmemek için ellerinden geleni yapan muhalif siyasi elit tarafından büyük bir hayal kırıklığına uğratılmış olacak. Kılıçdaroğlu’nun kaybetmesi durumunda ise suçun büyük bir kısmı onun cansız adaylığına atfedilecek.
Elbette bu açıklayıcı faktörlerin hiçbiri, nihayetinde cumhurbaşkanlığını kimin kazanacağını belirleyebilecek hile ve şaibe olasılığını göz önünde bulundurmuyor.
Ülkenin en uzun süre görev yapan liderinin üçüncü dönemini garantiye almak için Erdoğan ve/veya devlet kurumları tarafından demokratik olmayan yollara başvurulma ihtimali oldukça yüksek. Birçok açıdan bu durum şimdiden aşikar: Yüksek Seçim Kurulu (YSK) Erdoğan’ın anayasaya aykırı cumhurbaşkanlığı adaylığını kabul etti bile.
Buna ek olarak, basın özgürlüğü ve medyaya erişim konusunda zaten Erdoğan yanlısı olmayan çok az şey var.
Erdoğan için üçüncü bir dönem, Türkiye’nin sallantıda olan demokrasisinden geriye kalanları da muhtemelen kısıtlayacak. Erdoğan muhtemelen bu fırsatı, bir yandan ülkenin Batı’daki müttefikleriyle yeni bir sayfa açmaya çalışırken, diğer yandan da ülkenin medyası ve kamusal alanındaki az sayıdaki eleştirel sesleri bastırmak için kullanacak.
Erdoğan hangi yolla zafer kazanırsa kazansın, hem Washington hem de Avrupa muhtemelen sessiz kalmayı ve kendi çıkarları doğrultusunda Erdoğan’la çatışmak yerine birlikte çalışmak için yeni yollar bulmayı tercih edecek. Eğer yeniden seçilmesi gayrimeşru olarak algılanırsa, Batı’nın bunu dile getirmesini beklemeyin. Yeni bir Erdoğan dönemi, muhtemelen onunla uzlaşmak için eski yolların bulunmasıyla sonuçlanacak.
Yazının orijinaline buradan ulaşabilirsiniz.