Seçimler bir şahsın otoriter sürüklenişine son verip, demokrasiye dönüşü sağlayabilir mi?
Birkaç gün içinde, 14 Mayıs’ta, Türkiye halkı bu soruya ikili cumhurbaşkanlığı ve milletvekili seçimiyle cevap verebilecek.
Gerçekten de Recep Tayyip Erdoğan’ın 2003’te iktidara gelmesinden bu yana ilk kez yenilgiye uğraması senaryosu, olası görünmese bile, akla yatkın. Muhalefet nihayet sadece karizmasıyla parlamayan deneyimli bir siyasetçinin, CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun arkasında birleşti.
Ancak anketler çok yakın seyrediyor ve iktidardaki parti bir kez daha kazanmak için kontrol ettiği Türk devletinin tüm mekanizmalarını kullanmak niyetinde.
Macaristan’daki Victor Orban örneği, liberal olmayan bir demokrasiyi yerinden etmenin ne kadar zor olduğunu gösteriyor. Zaman içinde giderek merkezileşen ve despotlaşan otoriter bir rejim söz konusu olduğu için bu durum daha da geçerli.
Gelgelelim, Türkiye’de siyasi, ekonomik, stratejik ve ahlaki koşulların sergilediği evrim, değişime yol açabilir. Türkiye artık hapishanelerin dolu, devlet kasasının ise boş olduğu bir ülke. Gazeteciler, siyasi muhalifler ya da sadece prensin hoşuna gitmeme talihsizliğine uğrayan şahsiyetler keyfi bir şekilde hapsediliyor.
Yılın başlarında Türkiye’nin güneyini sarsan korkunç deprem, devletin dağınıklığını gösterdi. Doğanın dikte ettiği güvenlik gerekliliklerine ve tedbirlere uymayan binlerce binanın inşa edilmesine izin vermiş bir iktidarın yolsuzluğunu da açıkça ortaya koydu.
Erdoğan, Türkiye’nin son otuz yılın en kötü ekonomik krizini yaşaması ardından 2002 yılında iktidara gelmişti. Refaha dönüş ve açıkça Batı ve Avrupa yanlısı bir politika vaat etmişti.
Kendisiyle 2004 yılında IFRI (Fransız Uluslararası İlişkiler Enstitüsü) tarafından onuruna verilen bir akşam yemeğinde tanışmıştım. Enerjisi ve karizması beni etkilemişti, ama aynı zamanda sözlerinin doğası da rahatsız etmişti. Avrupalı muhataplarını, partisi AKP’nin CDU’nun (Alman Hıristiyan Demokrat Partisi) Müslüman versiyonu olduğuna ikna etmek istiyordu.
Ancak karşımdaki adam Konrad Adenauer ya da Helmut Kohl’den çok farklıydı. Eğitime, özellikle de genç kızların eğitimine ilişkin verdiği cevaplarda, bana seçim kampanyasında söylediklerinden çok daha muhafazakâr ve “İslami” bir gündemi varmış gibi göründü.
Avrupa ile ilişkiler açısından, zorlukların yalnızca Türkiye’nin eseri olmadığını belirtmek de doğru olacak. Avrupa Birliği – özellikle Fransa ve Avusturya – kararlarıyla Türkiye’de “Doğu’nun cazibesinin” artmasını bizzat teşvik ettiler.
Neden Türklere tutamayacağımızı ve tutamayacağımızı bildiğimiz uzun vadeli entegrasyon vaatlerinde bulunduk? 2007 yılında (Fransa Cumhurbaşkanı) Nicolas Sarkozy ile bu soru üzerine bir konuşma yapmıştım.
Bana “Neden Türkiye’nin Avrupa Birliği adaylığını destekliyorsunuz?” diye sormuştu. Verdiğim cevabı hatırlıyorum: “Önemli olan varış güzergahı değil, yolun kendisidir: Birliğe aday olduğu sürece Türkiye çok daha iyi bir ülke ve çok daha güvenli bir komşu olacaktır.”
Ama Cumhurbaşkanı için ise asıl önemli olan bir istatistikti: Fransız halkının %75’i Türkiye’nin Avrupa’ya kabul edilmesine karşıydı.
Ve, aslında, Erdoğan’ın iktidardaki ikinci onyılı, Müslüman bir ülkenin AB’ye girmesine şüpheyle bakanların lehine sonuçlanmış gibi görünüyor: 2013’ten bugüne Türkiye, giderek daha zor bir ortak haline gelmiş durumda.
Erdoğan açıkça kendisini Atatürk’ün dindar bir versiyonu olarak hayal etti. Böyle bir hülyası ve kararlılığı var, ama bunun ne gerçekliği, ne de sonuçları söz konusu. Hem içeride hem de uluslararası alanda başarısızlıklarını katlamadı mı?
Bir yanda otoriterliğin devamlılığı ve derinleşmesi, diğer yanda demokrasi umudu olmak üzere 14 Mayıs seçimlerinin risklerini doğru bir şekilde kavramak için çeşitli küresel aktörlerin konumunu göz önünde bulundurmak yeterli.
Moskova, Pekin ve Riyad arasında Erdoğan yanlısı bir tür üçgen var. Öte yandan, Atlantik’in her iki yakasındaki demokratik ülkelerin büyük bir çoğunluğu, yüksek sesle söylemese de, Erdoğan’ın yenilgisini arzu ediyor.
Sandıktan çıkacak sonuç – Amerika’nın Türkiye Büyükelçisi muhalefet lideriyle görüşerek Erdoğan’ın öfkesini tahrik etme riskini almış olsa bile – son derece belirsiz.
Otokratik rejimler, tecrübeyle sabit olduğu üzere, öngörülemez müttefikler değil midir? Erdoğan karşıtı refleks Türkiye’de 2020’de ABD’deki Trump karşıtı refleks kadar etkili olacak mı? Amerika’da siyahların, kadınların ve gençlerin seferberliğinde olduğu gibi, Kürtler de orada bir fark yaratabilecek mi? Ve depremin yıktığı bölgelerin sakinleri, hala hüküm süren kaos ortamında basitçe oy kullanabilecekler mi?
Türkiye’de 14 Mayıs’ta söz konusu olan, dünyadaki demokrasi ve otoriterlik arasındaki güç dengesinin dönüşüm olasılığından başka bir şey değil.
Yazının orijinaline buradan ulaşabilirsiniz.