Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan yirmi yıl önce iktidara geldiğinde, birçok Türk’e ve Türkiye’nin dünyadaki müttefiklerine modern bir lider – 11 Eylül 2001 saldırılarının ardından İslamcı aşırıcılığa karşı bir siper olacak, Müslümanların yoğun olduğu bir ülkede ılımlı, Batı yanlısı, iş dünyası yanlısı bir reformcu – gibi görünmüştü.
Bu vaat büyük ölçüde buharlaştı.
Türkiye’de 14 Mayıs’ta yapılacak seçimler öncesinde Erdoğan’ın popülaritesinin düşmesi, Erdoğan’ın inşa ettiği, baskı, muhalif görüşlerin ve bir zamanlar bağımsız olan kurumların boyunduruk altına alınması ve insan hakları ile demokratik normların giderek daha fazla hor görülmesi üzerine kurulu, son derece kişiselleştirilmiş otokrasiye karşı pek çok kişinin hayal kırıklığına uğradığını gösteriyor.
Seçimler aynı zamanda demokratik seçimlerin, 85 milyonluk bir ülkede giderek artan tek adam yönetiminin boyunduruğundan kurtulma kapasitesinin de sınavı niteliğinde.
Erdoğan’ın bir dönem daha kazanması halinde otoriterliğin diktatörlüğe dönüşeceğinden haklı olarak endişe eden Türkler başta olmak üzere, Washington ve Avrupalı müttefikleri için de riskler bundan daha büyük olamazdı.
Türkiye’nin sıfatında “müttefik” kelimesi tırnak içinde gelmekte.
69 yaşındaki Erdoğan NATO’da stratejik açıdan kilit bir ülkeyi yönetiyor ve ittifakın ikinci en büyük ordusuna sahip. Anlaşmalarla bağlı olduğu NATO ile Rusya’nın Ukrayna’daki yıkıcı saldırganlığını püskürtmek için dolaylı bir savaşa girerken bile Batı ittifakının altını oyan bağlarını sürdürdüğü Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin arasında kendisine bir tür aracı rolü biçti.
Erdoğan yönetimindeki Türkiye, savunması için hayati önem taşıyan insansız hava araçlarını Ukrayna’ya tedarik etti, Rus savaş gemilerinin Karadeniz’e çıkışını engelledi ve Ukrayna’nın tahıl ve diğer gıda ihracatına yönelik Rus ablukasını kaldıran bir anlaşmaya da arabulucu oldu.
Ama, aynı zamanda, Batı’nın yaptırımlarını delen ve Putin’in güçlerini destekleyen, hassas teknoloji, elektronik ve ordu tarafından kullanılan araç bileşenleri de dahil olmak üzere, Moskova’ya aktarılan mallar için Türkiye’nin kilit bir kanal olduğundan şüpheleniliyor.
Washington’un ve diğer büyük müttefiklerinin, bloğun savunmasını zayıflatacağı yönündeki sert itirazlarına rağmen (Erdoğan) gelişmiş bir Rus füze savunma sistemi satın aldı.
Ve ittifakın diğer 30 üye ülkesinin neredeyse tamamının Stockholm’ün adaylığına destek vermesine rağmen İsveç’in NATO’ya katılma isteğini engelledi.
Reelpolitik ikili oyunu, jeopolitik bir “kilit adam” olarak itibarını yükseltmek için bir tarafı diğerine karşı oynaması, “yaramazlık yapmanın” çok ötesinde.
Erdoğan, Batı stratejisini altüst eden ve Putin’e çok daha fazla manevra alanı sağlayan pozisyonları benimsemiş durumda.
Bunun karşılığında Rusya, yaptırımlardan kaçmak isteyen oligarklardan gelen nakit akışı da dahil olmak üzere, Türkiye’ye milyarlarca dolar değerinde yardım yağdırdı. Erdoğan ayrıca Çin ve Suudi Arabistan gibi diğer otoriter devletlerin mali desteğinden de yararlandı.
En derin ve muhtemelen en kalıcı hasar, ülke içinde yaşandı. Karizmatik bir diktatör olan Erdoğan, dindar ve laik Müslümanlar arasındaki ayrılıkları körükleyerek ülkeyi yönetti. Siyasi muhaliflerini, gazetecileri ve kendisini eleştiren kişileri hapse attı. Türkiye’nin bir zamanlar canlı olan sivil toplumunun gelişme alanını, Temmuz 2016’daki başarısız darbe girişiminden bu yana yoğunlaşan bir baskı kampanyası ile daralttı.
Türkiye mahkemeleri onun intikam aracı haline geldi. Muhalefeti susturmak için uydurma suç isnatları rutin olarak kullanılmakta. Bağımsız medya kuruluşları büyük ölçüde susturuldu.
Toplum içinde pek çok Türk fikrini ifade etmekten korkuyor. Muğlak bir şekilde tanımlanan “yanıltıcı bilgi yayma” suçu, Erdoğan’ın artan despotluğunun yeni bir aracı olarak yakın zamanda yasalarda yerini almış durumda.
Resmi kurumlar da onun zorbalığına boyun eğdi. Bunun en iyi örneği, onun emriyle faiz oranlarını düşüren ve gerçek oranı muhtemelen düşük gösteren resmi rakamlara göre geçen yıl yüzde 85’i aşan enflasyonu körükleyen Merkez Bankası. Erdoğan’ın ekonomide sihir üretme düşüncesiyle kalkıştığı müdahaleler, Türk lirasının beş yıl içinde yüzde 80 değer kaybetmesine neden oldu.
Şubat ayında Türkiye’nin güney ve orta kesimlerini vuran, en az 45.000 kişinin ölümüne ve iki katının da yaralanmasına neden olan yıkıcı depreme yavaş müdahale edilmesi Erdoğan’ın itibarını daha da zedeledi.
Bu başarısızlık ve inşaat standartlarına uygun olmayan binaların çökmesiyle daha da kötüleşen ölü sayısı, birçok Türk’ün, onun yönetiminin karakteristik özelliği olarak gördüğü yolsuzluk ve kötü yönetimin simgesi oldu.
Erdoğan’ın rakibi Kemal Kılıçdaroğlu, Erdoğan’ı alaşağı etme umuduyla bir araya gelen altı partili bir koalisyonu temsil eden sade bir eski devlet memuru.
74 yaşındaki Kılıçdaroğlu, genellikle mütevazı mutfağından çekilen videolarda – ki bu Erdoğan’ın kendisi için inşa ettirdiği şatafatlı, 1.000 odalı sarayla sarsıcı bir tezat oluşturuyor – Türkiye’nin giderek parçalanmış yönetimini yeniden birleştireceği, sadece tek bir dönem hizmet etme sözü verdi. Bunu da Erdoğan’ın gücünü pekiştirmek için kullandığı anayasal değişiklikleri geri alarak ve merkez bankası, mahkemeler ve diplomatik kurumların bağımsızlığını yeniden tesis ederek yapacağını söylüyor.
Ancak Kılıçdaroğlu’nun Cumhuriyet Halk Partisi – anamuhalefet partisi – yıllardır seçimleri Erdoğan ve onun Adalet ve Kalkınma Partisi’ne karşı kaybetmekte.
Anlaşılır bir şekilde, birçok Türk, Kılıçdaroğlu’nun karizma eksikliğini, “Erdoğanizm” tarafından tehlikeye atılan hoşgörü, çoğulculuk, insan haklarına saygı ve ekonomik sağduyuyu geri getirme vaadinden daha az önemli görüyor.
Erdoğan’ın 14 Mayıs’taki oylamada ya da iki hafta sonra yapılacak olası bir ikinci turda galip gelememesi halinde kendisinin ve destekçilerinin sonuca itiraz edebileceği yönünde endişeler var.
Demokrasinin nispeten sağlam bir zemine sahip olduğu bir ülkede bu endişeler, diktatörün normları ne kadar derinden altüst ettiğinin ve otokratik yönetimini uzatmanın yaratacağı tehlikelerin bir ölçüsüdür.