Araştırmalar bir bilimsel ölçüm işidir. Her bilimsel yöntem gibi birçok unsur ve nedenle doğru sonuçlar da mümkündür, hatalı sonuçlar da. Elbette hedef her zaman ve her ölçümde başarılı olmaktır. KONDA’da 17 yıllık aktif yöneticiliğim, son bir yıldır yönetim kurulu üyeliğim esnasında başarıların hazzını da yanılgıların mahcubiyetini de yaşadım. Son araştırmanın doğrusunun yanlışının ne olduğu seçim süreci bittikten sonra KONDA tarafından değerlendirilecek, abonelerimize de kamuoyuna da bilgi verilecektir.
Değerlendirmelerimde, sözlerimde, yazdıklarımda siyasileri eleştirdiğim kadar siyasiler başta olmak üzere okuyan, izleyen herkes tarafından eleştirilmemin doğal ve normal olduğuna inanırım. Bu bağlamda şimdiye kadar siyasi aktörlerle hiç polemiğe girmedim, girmeyeceğim de.
Öte yandan siyasi kariyer veya siyasi ve ekonomik çıkar uğruna kişisel suçlamaların, hedef göstermelerin normalleştirildiği bir zaman aralığında olduğumuzun da farkındayım. Ne yazık ki toplumun ortak ideallerini, ortak yaşama iradesini güçlendirmek görevi olan siyaset insanlarının ve kanaat oluşturucuların bizatihi bunları zayıflattıklarını düşünüyorum.
Karşımızdaki seçim sonuçları tek bir dinamikle, tek bir kavramla açıklanamayabilir. Üç milyon oyun bugünkünden farklı tecelli etmesi çok büyük siyasal sonuçlar üretecek ve belki de havada uçuşan hesaplama ve değerlendirmelerin tümü bugünkünün 180 derece tersi olacaktı.
Öyle veya böyle de olsa bu seçimdeki seçmen davranışlarını, oy tercihlerinin toplumsal değişime paralel olup olmadığını, hangi dinamiklerin, söylemlerin, vaatlerin gerçekten sonuca ve hangi yönde etki ettiğini klişe açıklamalar yerine berrak bir zihinle yeniden düşünmek ve tartışmak gerekir. O nedenle aşağıdaki paragrafları hükümler olarak değil üzerinde tartışmamız gereken başlıklar olarak kabul edin lütfen.
Bu seçim sürecinin özgün özelliklerinden birincisi, siyasi aktörlerin yanı sıra kurulu düzenin tüm gücüyle ve kapasitesiyle seçimlere dahil olmasıydı. Her zaman partizanlık örnekleri yaşanmıştır, ama bu kez olan yalnızca partizanlıkla açıklanabilir pozisyon ve yoğunluktan öte bir durumdu.
İktidarı oluşturan zihni koalisyonun kurulu düzenin içindeki tüm uzantıları, yargısıyla, güvenlik güçleriyle, din görevlileriyle ve tüm bürokrasisiyle etkin bir biçimde sahadaydı.
Hüdapar veya Yeniden Refah’la ilişkilenme sürecinin son derece cüretkar bir şeffaflıkla kamuoyu önünde yürümesi, montajlı yalan videolara da şiddet öneren bireysel mesajlara da müdahale edilmemesi, hatta desteklenmesi önemli bir göstergeydi.
Devlet aygıtının dürtüsünün yalnızca Erdoğan’ın seçimi kazanmasından öte bir güvenlik algısı ve değerlendirmesi olduğunu sanıyorum. Meclis’in ve siyasetin Kürt siyasetiyle müzakere ve uzlaşma mecburiyeti üreten olası tablosu istenmedi sanki. Toplum ve seçmenin önemli kısmı güvenlik tehdidi ve algısını satın aldı.
Bir kez daha gördük ki Türklerin güvenlik arayışı ve talebiyle Kürtlerin kimlik taleplerini dengeleyecek yeni bir siyaset üretmeden demokratikleşme, hatta güçler ayrılığı meselesi çözülemeyecek.
Nitekim Cumhur veya Millet ittifaklarının içinde de bu paradoksa sıkışmanın izlerini sıkça yaşadık. Hele her ikisinin dışında kalan diğer aday ve partilerin birinci tur ardından söylemlerinde de açık bir sevinçle “Anahtarın Kürtlerde değil, milliyetçilerde olduğunu gösterdik” söylemi durumu özetliyordu aslında.
Öte yandan bu sıkışma ve açmaz Kürt siyasetinin de üzerinde düşünmesi, şimdiye kadarki pozisyon, siyaset ve söylemini eleştirel bir gözle yenilemesi gerekliliğine işaret ediyor.
Kürt meselesi ve HDP’yi terör parantezine sıkıştırarak beslenen ve birinci turun ardından çokça konuşulan bir diğer tez, milliyetçiliğin yükselişi ya da yeni tür bir milliyetçilikle karşı karşıya olup olmadığımız meselesi.
Araştırmalara göre toplumdaki milliyetçilik tanımı ve algısı bir partinin seçmen kümesi tekelinde değil. Aksine milliyetçilik toplumda ideoloji ve fikirden öte yaygın bir duygu hali.
Çünkü milliyetçilik devletin eğitim ve hukuk üzerinden her bireyin beynine kazıdığı bir ezber. Bu ezber yerli-milli söylemiyle anlamlandırılır, askeri teknolojiyle güçlendirilir, güçlü devlet anlatılarıyla gerekçelendirilir, hukuk marifetiyle yurttaşların devlete karşı ödevlerini yerine getirip getirmedikleri izlenir.
Türkiye toplumunda milliyetçilik “güvenlik arayışı” ve “güçlü devlet” talebinde şekilleniyor. Geleceğe güvensizliğin yoğun olduğu zamanlarda devletin güçlü olması, sokaktaki belirsizlikleri yönetmesi beklenir ama memleket havasında huzur ve güven bir miktar güçlendiğinde güçlü devlet değil insancıl toplum ya da ekonomik refah talebi öne çıkar.
Dolayısıyla toplumda güçlü devlet talebi de güvenlik talebi de konjonktürel. Deprem bölgesindeki seçmenin tercihinde görülen eğilimi güçlü devlet ihtiyacına bağlayabiliriz ama o zaman da aynı seçmenin uzun süredir Ak Parti’ye yüksek oranlardaki desteğini açıklamakta eksik kalırız.
***
Siyasal aktörler üzerinden ve devlet-yurttaş ekseninden baktığımızda ise neredeyse tüm partilerin devletçi olduğunu görürüz. Bu tabloda da milliyetçilik bir partinin tekelinde değil. Kaldı ki milliyetçi oylar yalnızca iktidar bloku partilerinde değil. Aksine hem kendini doğrudan milliyetçi olarak tanımlayan İyi Parti hem de Kılıçdaroğlu özellikle ikinci tur öncesi daha da açık ve yoğun biçimde milliyetçi söyleme yaslandı. Ancak oyları bu duygudan mı beslendi, tartışmalı.
Kaldı ki milliyetçilik ülke dışına doğru ve karşı bakıştır, kendi ülkeni, toplumunu, ırkını yüceltmene yaslanır, ama nedense bizdeki içerdeki farklılıklara karşı şekilleniyor. Bu paradoksal görünen durum da milliyetçiliğin yükselişinden çok lümpenleşme, içerideki ötekilere kızgınlık olarak şekilleniyor. Bu da popülizmi besliyor.
Muhalefetin ve Kılıçdaroğlu’nun en önemli ön kabullerinden birisi bu popülizmi daha yüksek popülizmle yenebileceğini düşünmesi belki de. Seçmenin popülist duygulardan, güvenlik talebinden ya da milliyetçi dürtülerden hareket eden kesiminin hangi adayı daha inandırıcı bulduğunu pazar akşamı göreceğiz.
Bugün şunu söylemek mümkün: Toplumsal değişime karşın siyasal aktörleri ve yapıyı değişime zorlayıcı bir toplumsal basınç oluşmuyor. Ya da siyasal düzlem yaşanan toplumsal gerçeklikten ötede bir yerde oluşuyor, siyasal aktörler kendi kurdukları yapay gerçeklik içinden hareket ediyor, seçimler de varolan seçenekler içinden yapılıyor.
Öte yandan son beş yılda onlarca parti kurulmuşken neden hiçbirisi bu yapay gerçekliğin dışına çıkamadı, başarılı olamadı sorusuna bu açıklama cevap veremiyor.
Seçim sonuçlarında değişen ihtiyaç ve talepler değil duygular ve özellikle de karşı taraftaki partilere olan olumsuz duygular belirleyici oldu. Üç Türkiye’nin üç siyasal ittifakı arasında neredeyse oy kaymaları gerçekleşmedi. İttifakların toplam oylarında çok büyük sıçramalar yok, ama yerel ve bölgesel katılım oranlarına bağlı olarak değişim izleri de var. Daha çok ittifaklar içi partiler arasında oy kaymaları oldu.
Sayısal ve oransal olarak 2017 referandumu, 2018 genel seçimleri ve 2019 yerel seçimlerindeki ana dağılım 2023 seçimlerinde de neredeyse değişmedi. Buna karşın aradaki 6 yılda kesintisiz bir ekonomik buhran, pandemi, deprem yaşandı.
Buradan bakınca seçmenin cebine bakarak karar verdiği, ekonomik vaatlere bakarak oy verdiği teorileri çökmüş oldu. Sonuçta farklı partilere oy veren seçmen soğanı farklı fiyatlara almadığına göre hayat pahalılığı ve ekonomik gidişat seçmenin tercihini değiştirmedi demek mümkün.
Öte yandan Ak Parti’nin 7 puanlık oy kaybı da bir başka gerçeklik. Diyebiliriz ki seçmeninin Ak Parti’ye sadakati ve güveni azalmış ama Erdoğan’a sadakati ve güveni devam ediyor.
Şimdi ikinci tura gidiyoruz. Birinci turun ardından şunu söylemek mümkün, seçmen değişime ikna olamamış görünüyor. Gidişatın sorunlarını görerek, bilerek oy verdi. Literatürdeki birçok tezi de yanlışlayan biçimde davrandı hem de.
Gerçekliklerden çok duygular belirleyici oldu ve iktidar yanlısı seçmen bireysel hayatına dair risklerini ve fırsatlarını düşünerek oy kullandı. Ama tercihini belirleyen bireysel hayatına dair beklentileri, kaygılarından çok ortak hayata dair kaygıları, korkuları, güvenlik arayışı baskın oldu.
Yine ikinci turda katılım oranı önemli bir parametre. Tarafların ilk tur seçmeni ile ilk tura katılmayan seçmenlerinin sandığa gitme arzuları önemli olacak. İkinci turu hangisi belirleyecek göreceğiz.
Bu nedenle memleketin meselelerini yine, yeniden ikinci tur sonuçlarından bağımsız olarak ve serinkanlı biçimde düşünmeli ve tartışmalıyız. Bu tartışmalarla ancak yeni bilgi, tez, model geliştirebiliriz.
Görünen o ki seçimlerin ardından birçok parti içi gerilim ve tartışma yükselecek. Partilerin ve siyasi kültürün değişimi belki de bu serinkanlı düşünme sürecinden beslenecektir.
Bu yazı Gazete Oksijen‘den alınmıştır.
Yukarıda ifade edilen görüş ve düşünceler yazar(lar)a aittir ve FTP’nin görüş ve düşüncelerini yansıtmamaktadır.