Paris Sosyal Bilimler Yüksekokulu Öğretim Üyesi, düşünür Prof. Hamit Bozarslan, Artı Gerçek’ten İrfan Aktan’ın sorularını yanıtladı. Verdiği yanıtlardan önemli kısımları aşağıda aktarıyoruz.
- 14 Mayıs sonuçlarını son birkaç aylık gelişmelerle değil, uzun erimli tarihsel veriler ve 1950’lerden sonra yapılmış seçimler ışığında okumak gerekiyor. 1973 ve 1977 hariç, 1950’lerden sonra yapılmış seçimlerin tümüne baktığımızda sağ oyların yüzde 60-65 oranında olduğunu görüyoruz. Türkiye’de her türlü değerlendirmeye bunun ışığında bakmalıyız. Ermeni Soykırımı, Türkiye’nin oluşumu, Kürt meselesi, Türk-İslam olgusunun kendisine bir hakimiyet misyonu biçmesi tartışılmadan, Türk sağı açısından uzun erimli bir dinamiğin varlığını sürdürmesini anlamlandırmak çok zor olur. Diğer yandan son on-onbeş yıla yayılan bir konjonktürel olgudan bahsedebiliriz.
- Toplumun sersemleştirilmesi, akli melekelerinin imha edilmesi, böylece toplumun geçmişi okumasını ve geleceği tahayyül edebilmesini mümkün kılabilecek tutamakların ortadan kaldırılması söz konusu. Birincisi ABD’yle, İsrail’le, Mısır’la, Suudi Arabistan’la, emirliklerle, Rusya’yla krizlerde, Fethullahçılarla olan ittifak ve sonrasındaki çatışmayla ortaya çıktı. Bu süreç toplumu büyük ölçüde sersemleştirdi. Bu sersemleştirmenin bir sonucu da, olup bitenlerin rasyonel bir şekilde açıklanamamasını beraberinde getirdi. İkincisi, ekonomik krizin, depremin ve sonuçlarının kader olarak değerlendirilmesi de demokrasi açısından çok büyük bir tehlike yarattı, yaratıyor. Üçüncü nokta ise, ikinci tur seçimin sonucu ne olursa olsun, Türkiye’nin geleceğini 2023’ten itibaren değil, 2030’lardan, 2040’lardan itibaren okumanın zorunlu hale geldiğidir.
- Muhafazakârlıktan çıkmayı, radikal milliyetçiliği aşmayı mümkün kılabilecek, bedeni, sözü, düşünceyi, ifadeyi özgürleştirebilecek radikal bir devrime ihtiyaç var. Bunun programını ortaya koyamayan bir muhalefetin kalkıp demokratik bir pedagojiyi oluşturabilmesi ve toplumu muhafazakârlıktan, milliyetçilikten uzaklaştırması mümkün değil
- Kılıçdaroğlu’nun başlayıp geldiği nokta, Türkiye’deki demokratik hareketin ne kadar zayıf olduğunu gösteriyor. Fakat az önce bahsettiğim demokrasi devriminin mecburiyeti, seçimi kim kazanırsa azalmayacak. Seçimi kazansa bile Kılıçdaroğlu, radikal bir sağa tutsak olarak kazanmış olacak. Elbette bu, toplumda yeni nefes alma sahalarının açılmayacağı anlamına gelmeyecek. Hatta toplumda çok büyük değişimler de görülecek. Ama böylesi bir seçim zaferi, radikal sağın desteğiyle kazanılmış olarak kayıtlara geçecek. O halde Türkiye’nin bu sağ kuşatmadan, paramilitarizasyondan nasıl çıkacağı esas mesele olmaya devam edecek. Muhafazakârlığın nasıl eleştirileceği de temel bir mesele olacak.
- Son bir ayda olup biteni çok yorumlamak istemiyorum. Çünkü bunun bir sabun köpüğü olabileceğini görüyorum. Bu köpüğün yarın varlığını sürdürebileceğinden emin değilim. O yüzden tekrar esas meseleye dönmeliyiz. O mesele de, Türkiye’de yüzde 60’a varan bir seçmen kitlesinin niye sağ partilere oy verdiğidir.
- İYİ Parti, MHP ve diğer radikal sağ unsurlar niye yüzde 25’e ulaşabiliyor? Bunun yanıtı, Türk ideolojisinin sorgulanmasında bulunabilir. Türkiye nasıl oluştu, nasıl kurtuldu? Türklüğün tarihsel bir hakimiyet ve üstünlük misyonu olduğunu vurgulayan ideolojik söylem neyin üzerine kuruldu? Radikal sağın paylaştığı, CHP’nin de bir ölçüde taşıdığı bir söylem bu. Bugün bu Türklük ideolojisini sorgulayan, eleştiren güçlü bir Kürt hareketi ama son derece cılız bir Türkiye demokratik hareketi var. Kürt hareketi varlığını sürdürecektir. Sorun, Türkiye tarihinin nasıl sorgulanacağı ve buradan yola çıkarak Kürt meselesinin çözümünün meşruiyetinin nasıl tartışılacağı. Kürt meselesi 14 Mayıs öncesinde de tartışılmadı. Altılı Masa’nın mutabakat metninde iki bini aşkın çözümü çok acil konu var ama Kürt meselesi yok.
- Demokratik bir programda ısrar ederek yenilmek, o programdan vazgeçerek alınacak yenilgiden veya kazanımdan çok daha iyi olurdu.
- Doğrusu benim gibi pek çok insan 14 Mayıs öncesinde de bu kadar umutlu değildi. Aynı şekilde 28 Mayıs’taki sonuç ne olursa olsun, bir iyimserliğe veya bir karamsarlığa yol açmamalı. O yüzden bir öngörüde bulunmak yerine öneride bulunmayı tercih ediyorum. Zaman ufkunun genişletilmesi ve buradan yola çıkarak demokrasi mücadelesinin örülmesi, bu tür seçim sonuçlarının zafer rehavetine de, ciddi hayal kırıklıklarına da yol açmasını engeller.
- Nedenlerini uzun uzadıya tartışabiliriz ama ben özetle bu aşamada Kürt hareketi açısından bir kaygı duymuyorum. Esas kaygım, Kürtler dışında Türkiye’nin kendisini nasıl dönüştürüp yenileyeceği ve Türkiye demokrasi hareketinin varlığını sürdürüp sürdüremeyeceği.
- CHP kendi kendini aşamadığı sürece demokratikleşemez, iktidara geldiğinde de demokratikleştiremez. Aynı şey Deva, Gelecek partileri için de geçerli. Bunlar geçmişlerinden kopabilecekler m?
- Kürt meselesinin çözümünü istemek meşrudur diyebilmek ve bu çözüm için mücadele etmek gerekiyor. Sadece “Aleviler vardır ve artık barış içinde yaşayacağız” demek bir anlam ifade etmez. Alevi sorununun bir eşitlik sorunu olduğunu kabul etmek ve bunun için mücadele etmek gerekiyor. Kadınların, LGBTİ’lerin özgürleşmesi gerektiğini söylemek ve bunun için mücadele etmek gerekiyor. Gençliğin aktörleşme, özneleşme sorunu olduğunu kabul etmek ve bunu çözmek için mücadele etmek gerekiyor.
- “Biz de muhafazakârız, biz de milliyetçiyiz” söylemi, başarıyı ıskalatan önemli unsurlardan biriydi. Hannah Arendt’in de altını çizdiği gibi, size hangi sıfat yakıştırılarak saldırılıyorsa, kendinizi ancak o sıfatla savunabilirsiniz. Eğer size, örneğin Alevi olduğunuz için saldırılıyorsa, kendinizi ancak Alevi olarak savunabilirsiniz. Bunu da yapabilmek için Aleviliği meşrulaştırarak yola çıkmalısınız. Eğer size LGBTİ olduğunuz için saldırılıyorsa, “hayır efendim biz muhafazakârız, biz Türküz” filan diye kendinizi savunamazsınız. Eğer size Kürt olduğunuz için saldırılıyorsa, “bağışlayın ama biz de Türküz” diyerek kendinizi savunamazsınız. Eğer size ateist olduğunuz için saldırılıyorsa, “evet ama biz dine saygı gösteriyoruz” diye kendinizi savunamazsınız.
- Çünkü size yönelik saldırı, karşı tarafa saygı gösterip göstermemenizden değil, doğrudan varlığınızdan kaynaklanıyor. Bir kadına mini eteği yüzünden saldırılıyorsa, o kadın ancak mini eteğiyle savunulabilir. Saldırıya uğramamak için mini etek giymeyen bir kadın, artık mini etekli bir kadın değildir. O halde karşı taraf mini etekli birini yok etmiştir. Saldırıya uğramamak için yok olmak mı, gizlenmek mi, görünür olmaktan çıkmak mı, yoksa varlığını sürdürmek için direnmek mi?
- Maalesef Türkiye’de muhalefetin genel olarak bu bilince varması şu veya bu nedenle mümkün olamadı. İttifaklar da bunu mümkün kılamadı. Başkanlık sistemini oluşturan anayasa değişiklik paketinin barındırdığı en tehlikeli nokta sanırım ittifak zorunluluğuydu. Belki de artık siyaseti ittifaklar dışında, hatta siyasi partiler dışında düşünmek gerekiyor. Yarınki siyasi hareketlerin ne olabileceği sorusu üzerine kafa yormalıyız.
- Soylu planlarını yoruma en ufak bir yer bırakmayacak açıklıkta anlatıyor. Bu planda iki önemli hedef var. İdeolojik hedefte Kürt toplumunun muhafazakârlaştırılması ve buradan yola çıkılarak HDP ve geleneğinin yok edilmesi, Kürt toplumunda özellikle kadınların aldığı rolün, elde ettikleri konumun yerle bir edilmesi bulunuyor.
- Bu planın ikinci hedefi ise 1990’lar Türkiyesi. Türkiye Susurluk’tan çıkamıyor. Çünkü kendisini sorgulamıyor, unutmayı yeğliyor. Şu anda hem iktidar cenahında hem de muhalefet cenahında, kökenleri Susurluk’a uzanan iki parti var. Eğer paramilitarizasyondan bahsediyorsak, bunun Susurluk’a, hatta 1960’ların komando kamplarına uzanan bir seceresi olduğunu unutmamalıyız. Ve bu secerenin içinde Hizbullah da yer alıyor.
- Demirel, “devlet rutinin dışına çıkabilir” diyordu. 1990’ların Hizbullah’ı devletle koordineli şekilde, büyük bir ölüm tugayı olarak çalışıyordu. Hizbullah her zaman özerk bir örgüttü ama bu hiçbir zaman tam bir özerklik olmadı. 1990’lar, Hizbullah’ın devlete eklemlendiği yıllardı. Sanırım şu anda söz konusu olan sadece Hizbullah’ın ideolojik olarak dayatılması değil, ideolojik olarak HDP’nin ve onun dayandığı geleneklerin yok edilmesi. Ama aynı zamanda paramilitarizasyon tablosunun tamamlanması ve Hizbullah’ın bu tabloya yeniden entegre edilmesi hedefi var.
- Geleceğe dair bir öngörüde bulunmak istemem ama zaten Hizbullah’ın silahları tümüyle terk ettiğini hiç düşünmüyorum. Ayrıca zaten mesele Hizbullah’ın silaha sahip olup olmadığı değil, şiddetinin meşrulaştırılmasıdır. Hizbullah’ın demin bahsettiğim paramilitarizasyon tablosuna eklemlenmesi çok kısa süre içinde gerçekleştirilebilecek bir süreçtir.
- SADAT’ın Kürt meselesiyle ilgili ne söylediği ortada. SADAT’ta Kürtlüğün inkârı yok, o kimliğin yeniden yapılandırılması planı var. Kürtlüğün İslamileştirilmesi ve Sünni Türklüğün emrine konması hedefleniyor. Burada da Hizbullah’la hemen hemen aynı söyleme başvuruluyor. Soylu’nun açıklamasında da dışavurulduğu gibi, siyasi kültürün değiştirilmesi isteniyor. Ama aynı zamanda Kürtlüğün bir özne olmaktan çıkarılması ve Sünni Türklüğün emrindeki bir nesneye dönüştürülmesi olgusuyla karşı karşıyayız. Oysa bugünkü Kürt hareketi kolektif bir özne haline gelme mücadelesidir. Erdoğan’ın 2013’ten beri Rojava’da izlediği siyaset özneleşmiş, özerkleşmiş bir Kürtlüğe karşı, Türklüğün emrindeki bir Kürtlük hedefine dayanıyor. Hizbullah da Türkiye’de bunun aracı. Fakat şunu unutmamak gerekiyor ki, yarın yatırımlar, kaynaklar Hizbullah üzerinden aktarılsa bile, onunu sosyolojik tabanını genişletmek pek mümkün olmayacaktır.
- Hizbullah’ın en güçlü olduğu, sosyal bir tabana hitap ettiği dönem 1990’lardı. Fakat devletle ilişkilerine, silahlı yapısına rağmen o zaman bile kendisini dayatabilen bir aktöre dönüşemedi. Ama bu, yarın o noktaya gelemeyeceği anlamına gelmiyor. 2023 verilerine bakarsak, bu pek mümkün görünmeyebilir ama yarın çok daha değişik bir şiddet sarmalına girebilir, Kürt toplumunun burjuvalaştırılmasına tanıklık edebiliriz. Böylesi bir olasılıkta Hizbullah’a nasıl bir rol verilecek? Şu anda bu soruya cevap vermem mümkün değil. Ama en azından Soylu, planlarının 2023’le sınırlı olmadığını açık bir biçimde söylüyor ki, bu önemli bir olaydır.
- Kürt hareketi üzerindeki baskılar da, devletin inkâr ve imha politikaları da azalmayacak. Kürtlüğün terörizmle özdeşleştirilmesi de devam edecek. Ama Kürt hareketinin bunlara vereceği cevap Kürtlüğü Kürtlükten yola çıkarak savunmak ve demokratikleştirmek. Milliyetçiliğin dışında bir alternatifin geliştirilebileceğini düşündüğüm için demokrasiden bahsediyorum.
- Kürt meselesi her şeyden önce demokratik bir meseledir. Çünkü Kürt olgusunun oluşturulması, Kürtlüğün nesne olmaktan çıkıp özneye varması, Kürtlerin kendi içlerinde çoğullaşması, ihtilaflı, çoğul bir toplum oluşması demokratik bir süreçtir.
- Çünkü demokratik bir toplum, ihtilaflı bir toplumdur. Bu çatışmalı bir toplum anlamına gelmiyor. Aksine, demokratik toplum kendi içinde değişik alternatifler, farklı gelecek tahayyülleri barındıran bir toplumdur. Demokratik toplum hem içinde bir konsensüsü, hem de ihtilafı, yani disansüsü barındırır. Toplumun kendisini bir çoğul olarak düşünmesi önemlidir. Nitekim bu nedenle bugünkü Kürt hareketi demokratik bir niteliğe sahip ve Kürtlüğü de demokratik perspektiften hareket ederek tanımlıyor. Kürt hareketinin devletin Hizbullah hamlesine karşı verebileceği en iyi cevap da bu demokratik perspektiftir. Hizbullah’a verilecek cevap “ama biz de Müslümanız” değil, “biz demokratız”dır.
- Sonuç ne olursa olsun, bir kez daha gördük ki, Türkiye’nin yarın ihtiyaç duyacağı muhalefet bugün yok. Mevcut muhalefetin eleştirilmesi gerekiyor. Yarın ihtiyaç duyulan muhalefet sadece siyasi partilerden oluşmayacak, hatta büyük değişim belki mevcut muhalefet partilerinin aşılması sayesinde mümkün olabilecek. Bu seçimlerde muhalefet belki bir alternatif olarak ortaya çıktı ama bu, demokratik bir alternatif değildi. Demokratik bir değişimi mümkün kılabileceğine insanları ikna edemedi.
- 28 Mayıs’ta Kılıçdaroğlu seçimi kazansa bile, mevcut muhalefet büyük bir ihtimalle demokratikleşme sürecinde önemli bir rol oynayamayacak. Çünkü muhafazakârlığa ve milliyetçiliğe savrulunacak.
- O yüzden seçimden çıkarmamız gereken en önemli ders şu: Türkiye’de şu anda yüzde 11-12 bandında bir seçmene sahip olan özerk hareket dışında henüz demokratik bir muhalefet yok. CHP içinde demokrat unsurlar var ama CHP’nin demokratik bir muhalefet ya da alternatif olarak tanımlanması şu anda imkânsız. Yarının en büyük ödevi, demokratik muhalefetin oluşturulması.
- İdris Küçükömer’in “Halk Demokrasi İstiyor mu?” isimli bir kitabı da var. Bu kitabın okunması gerekiyor. Halk illa demokrasi istiyor diye bir olgu yok zaten. Bunu 20. yüzyıl tarihinden de biliyoruz. Bazı toplumlar ekonomik krizler ya da milli aşağılanma kompleksi nedeniyle otoriterizmi tercih edebiliyor. Marxist gelenek bunu çok mükemmel bir şekilde görebilmişti. Karl Marx’ın “Louis Bonaparte’ın On Sekiz Brumaire” kitabı bunu çok açık bir biçimde ortaya koyuyordu. Fransa’da bir devrim yaşandı ama reel Fransa devrimden değil, muhafazakârlıktan yana bir Fransa’ydı. Marx bunu Komünist Manifesto’nun yayınlanmasından sadece iki yıl sonra çok açık bir şekilde ortaya koydu, tahlil etti. Halk demokrasiyi istemeyebilir.
- Demokratların vereceği cevap “biz de demokrat değiliz” veya “demokratız ama size hak veriyoruz” değil, ciddi bir demokratik pedagojidir. Demokrasi tepeden dayatılamaz, bu şekilde kabul ettirilemez. Demokrasi bir pedagojinin, cazibe alanının yaratılmasının, ikna edebilmenin sonucudur. Toplumun kendisini sorgulayabilmesini mümkün kılan bir alan yaratılmalıdır.
- Türkiye yüz yıl sonra mesut bir ülke mi? Ziya Gökalp “Yeni Hayat” şiirinde her şeyin Türk olduğu bir Türkiye’yi mutlu bir Türkiye olarak tahayyül ediyordu. Ve aradan yüz yıl geçti; peki şu anda Türkiye mutlu bir Türkiye mi? Türkiye içinde bulunduğu durumu hak ediyor mu? Türkiye bugünkü ekonomik durumu hak ediyor mu? Hafta sonlarında Edirne, on binlerce Bulgarın ucuza alışveriş için akın ettiği yoksul bir mekân olmayı hak ediyor mu? Demokratik pedagojinin bu soruları sorması gerekiyor.
Yazının kaynağına buradan ulaşabilirsiniz.
Yukarıda ifade edilen görüş ve düşünceler yazar(lar)a aittir ve FTP’nin görüş ve düşüncelerini yansıtmamaktadır.