Kemal Kılıçdaroğlu’nun görevdeki Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan karşısındaki mağlubiyeti sadece Türkiye halkı için değil, dünya demokrasisi için de bir kayıp olarak görülmeli. Erdoğan’ın Kılıçdaroğlu’na karşı kazandığı yüzde 52-48’lik zaferde bir umut ışığı görmek zor. Türkiye’nin otoriter, hatta otokratik yönetime daha da kayması muhtemel.
Sistemik açıdan bakıldığında Erdoğan’ın zaferi, otoriter liderlerin seçimlerle görevden alınmasının pek de mümkün olmadığı görüşünü doğruluyor. Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığını kaybedeceğine dair beklentiler 2023’ün başlarında oldukça yüksekti.
Peki, onun ekonomide kötü yönetim, yolsuzluklara ve antidemokratik yapıya başkanlık ettiği düşünüldüğünde, bu seçim üzüntüsünü nasıl açıklayabiliriz?
Rahatsız edici olan gerçeğin büyük bir kısmı, Erdoğan’ın, sırf rakibi Kılıçdaroğlu olduğu için kazanmış olması. Muhalefetin siyasi koalisyonu olan Millet İttifakı, büyük ölçüde Kılıçdaroğlu’nun ısrarı nedeniyle onu aday göstermeyi tercih etti.
Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), Kılıçdaroğlu yönetiminde, 2010 yılından bu yana milletvekili adaylarını belirlemek için ön seçim yapmakta. Ama nedense Kılıçdaroğlu’nun muhalefet cephesinin ortak adaylığı parti üyeleri tarafından belirlenmedi. Hatta bu, Millet İttifakı’nın tüm üyeleri tarafından da desteklenmedi ve Meral Akşener’in koalisyon ortaklarını kısa süreliğine terk etmesine neden oldu.
Basitçe söylemek gerekirse, Kılıçdaroğlu’nun adaylığı çok az müzakere edilerek, veya hiç müzakere edilmeden tepeden dayatıldı.
Daha iyi bir aday var mıydı? Anketler de bunu gösteriyor: Aday gösterilmeden önce, bu anketler sürekli olarak Kılıçdaroğlu’nun Erdoğan’ı yenmek için en iyi aday olmadığını, ve daha popüler olan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun sürekli gerisinde kaldığını gösteriyordu.
Bu seçenek, İmamoğlu’nun aday gösterilmesi halinde, hakkında devam eden bir dava nedeniyle aday olmasının yasaklanacağı endişesi nedeniyle rafa kaldırılmıştı. Bu doğru, ancak aday gösterilseydi ve mahkemeler tarafından yasaklansaydı, Kılıçdaroğlu yine de halefi olarak adaylıkta öne çıkma fırsatına sahip olacaktı.
Kılıçdaroğlu’nun kendi adaylığında ısrar etmesi tamamen siyasi bir hırsa dayanmaktaydı, ve bu Türkiye’ye pahalıya mal oldu.
Aday belirleme sürecinde söz sahibi olmamanın yanı sıra, seçim kampanyasının başlaması ardından Erdoğan karşıtı muhalefet cephesinin Kılıçdaroğlu’nun kampanyasını tartışması, herhangi bir muhalefet veya eleştiri olmaksızın desteklemesi beklendi. Kılıçdaroğlu’nu kayıtsız şartsız desteklememek Erdoğan’a fiili destek vermek olarak yansıtıldı.
Seçimden üç gün önce Erdoğan’ın kazanacağını öngören anketleri yayınlamak bile ahlaksızca bir hareket olarak görüldü!
Bu kibir gösterisi, Türk siyasetine ilişkin tartışma seviyesinin baş döndürücü bir şekilde yere çakılmasına neden oldu. Seçmenlerin ve analistlerin Kılıçdaroğlu’nun aday olarak belirlenmesinde aslında hiçbir rolü yoktu, ve sırf “başka bir alternatif olmadığı için” hizaya gelmeleri bekleniyordu.
Üzülerek söylemeleyim ki bu yeterince iyi bir manzara değil. Dayatmalar, ister otoriter liderlerden, isterse demokratik rakiplerinden gelsin, dayatmadır.
Kılıçdaroğlu cansız, solgun ve karışık bir kampanya yürüttü. Ve kampanya stratejisini eleştirenlerden bir kez daha sessiz kalmaları istendi.
Örneğin Kılıçdaroğlu, Erdoğan döneminde olduğu gibi sadece yandaşlara değil, kitlelere fayda sağlayacak hukukun üstünlüğünün, kurumların ve adil bir ekonominin yeniden tesis edileceğini vaat eden bir kapsayıcılık kampanyası yürüttü. Ancak Kılıçdaroğlu’nun 14 Mayıs’ta zafer kazanamaması ardından (Erdoğan’ın yüzde 49,5’ine karşı yüzde 45 oy aldı), bunu yaklaşan bir “Erdoğan zaferi” olarak değil, bir “Erdoğan yenilgisi” olarak algılamamız istendi.
Sadece bu da değil, Kılıçdaroğlu ekibi seçim stratejisinde neleri düzeltmesi gerektiğini değerlendirmek yerine raydan çıktı ve daha önceki kapsayıcılık ve ılımlılık mesajını terk etti.
Kılıçdaroğlu 28 Mayıs’a kadar geçen son iki haftada Suriyeli mültecileri sınır dışı etme sözü vererek milliyetçi sağa yaranmaya çalıştı. Hatta Ümit Özdağ’ın aşırı sağcı Zafer Partisi ile bir mutabakat imzaladı, Kılıçdaroğlu liderliğinde Kürt sorununa ilişkin daha sert bir duruş sergileneceği sözünü de verdi.
Neden önceki seçim stratejisinden bu kadar radikal bir şekilde kopuldu? Çünkü kendisine Erdoğan’ın sağcı milliyetçi kampanyasının seçmende yankı bulduğu ve bu nedenle kendisinin de aynısını yapması gerektiği söylendi.
Kılıçdaroğlu’nun siyasi sağa bu dönüşü çaresiz ve tutarsız göründü; muhtemelen 14 Mayıs’ta kendisine oy veren bazı Kürt seçmenleri küstürdü.
Dahası, Erdoğan, kampanyasını yeniden markalaştırmaya çalışırken kirli oyunlar oynadı: Kılıçdaroğlu’nu Kürt ayrılıkçılarla işbirliği yapmakla suçladı ve bu yönde sahte videolar yayınladı. Kılıçdaroğlu ve Millet İttifakı’nın bu iddiaları çürütmeye çalışması ise günler sürdü.
Daha da önemlisi, Kılıçdaroğlu kampanyala ekibinin Erdoğan’ın bu tür taktiklerini öngörmemiş ve hazırlıksız olması inanılmaz bir şey.
Kolay bir strateji, Erdoğan’ın kadınları aşağıladığı, protestoculara tekme attığı ve oğlunun ortadan kaldırmaya çalıştığı ayakkabı kutuları dolusu paranın videolarını gösterdiği, Erdoğan’ın yıllar boyunca en çok izlenen görüntülerinden oluşan bir makara hazırlamak olabilirdi.
Evet, bu, Kılıçdaroğlu’nun negatif bir kampanya yürüteceği anlamına gelirdi, fakat en azından gerçeği gösterme erdemine sahip olurdu.
Sonuç olarak: Kılıçdaroğlu Erdoğan’a karşı silahlı çatışmaya bıçakla girdi ve kaybetti.
Kılıçdaroğlu’nun hakkını teslim etmek gerekirse, cumhurbaşkanlığı yarışı adil bir mücadele değildi. Erdoğan başından itibaren kamusal ve özel medyanın kendisine orantısız bir alan sağlayan avantajlarını kullandı.
Örneğin, devlet kanalı TRT ilk tur oylamada Kılıçdaroğlu’na otuz beş dakikadan az yer verirken, Erdoğan’a otuz iki saatten fazla yer ayırdı.
Cumhurbaşkanlığı oylamasının her iki turunda da çok sayıda seçmen sahtekarlığı ve seçmenlere gözdağı iddiası ortaya atılmıştı. Ancak, bunların büyük çoğunluğu gerçek sonucu temelden değiştirecek ölçüde kanıtlanmamıştı. Seçim gözlemcileri görevlendiren Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT), seçimin adil olmayan koşullarını ana hatlarıyla belirtirken, demokratik sürecin ciddi bir şekilde alt üst edildiğine dair bir bulguya rastlamadı.
Tüm bunlar, Kılıçdaroğlu’nun berbat bir kampanya yürüttüğü ve Erdoğan’a karşı aday olmak için yanlış bir seçim olduğu gerçeğini mazur gösteremez.
Bazıları Kılıçdaroğlu’nun Erdoğan’a karşı herhangi bir adayın yapabileceği en iyi şeyi yaptığını öne sürüyor. Ben buna katılmıyorum. Eğer bir muhalefet adayı, seçimi Erdoğan’a teslim eden bir kampanya yürütmek isteseydi, bu ancak Kılıçdaroğlu’nun kampanyasına benzerdi.
Bir aday olarak kararlılığı üzerine düşünmek yok; net ve tutarlı bir kampanya stratejisi yok, kötü tasarlanmış sağa kayışına koşulsuz destek talep eden kör bir amigo destek ağı var, ve şimdi de “elimizden gelenin en iyisini yaptık” denmekte.
Bu savunulamaz bir pozisyondur ve Kılıçdaroğlu’nun yapabileceği en iyi şey istifa etmektir.
Çünkü Türkiye’nin seçmenleri daha iyisini, çok daha iyisini hak ediyordu.
Yazının orijinaline buradan ulaşabilirsiniz.
Yukarıda ifade edilen görüş ve düşünceler yazar(lar)a aittir ve FTP’nin görüş ve düşüncelerini yansıtmamaktadır.