Cumhuriyetin 100. yılının ilk baharında Türkiye iki önemli seçim yaşadı.
14 Mayıs 2023’de TBMM ve Cumhurbaşkanlığı seçimleri yapıldı. Ana gövdesini AKP ve MHP’nin oluşturduğu Cumhur İttifakı, TBMM çoğunluğunu aldı.
Cumhurbaşkanlığı seçimi, 2014’den beri ilk kez ikinci tura kaldı.
28 Mayıs’da yinelenen seçimi bu kez de %52.16 oy oranıyla sayın Tayyip Erdoğan kazandı. Muhalefetin adayı sayın Kemal Kılıçdaroğlu, 2014’den bu yana muhalefetin 47- 48’lerde kalan toplam oy oranını %50’nin üstüne taşımayı başaramadı, %47.84’de kaldı.
2014’den beri genel oyla yapılan Cumhurbaşkanlığını seçimini, böylece üst üste 3. kez sayın Erdoğan kazanmış oldu.
Seçim sonrası yazdığım bu ilk yazı vesilesiyle, yeni TBMM üyelerine ve yeniden seçilen sayın Cumhurbaşkanına, Türkiye’mizin ekonomik ve demokratik gelişmesi yönünde olumlu ve önemli adımlar atmaları dileğiyle tebriklerimi sunuyorum.
Seçim süreci üzerinde elbette, adayların belirlenmesinden seçim kampanyalarına, adayların söylem ve tutumlarından medya, sosyal medya ve anket şirketlerinin tahmin, etki ve yanılgılarına kadar çok şey üzerinde elbette daha günlerce konuşulacak, konuşulmaya başlandı bile.
Kendi payıma, bu konuşmaların birilerine fatura çıkarma ve kişisel hesaplaşmaların ötesinde, geçmişle ilgili doğru değerlendirmeler yapma ve gelecekte yeni hatalardan sakınmaya vesile olmasını dilerim.
Çünkü, Türkiye siyasetinde en az yapılan bu.
Herkes, özellikle başarısızlığın sorumluluğunu başkalarına yüklemeye ve kendini, çevresini, grubunu tümüyle hatadan arınmış, haklı çıkarmaya pek meraklı. Oysa hayat ve hele siyaset ak ve karadan ibaret değil ve çoğu kez başarı gibi başarısızlık da ortak.
Benim bu seçimlerle ilgili gördüğüm ilk ve temel yanlış, muhalefetin, Anayasada yazılı şartlar gerçekleşmeden Sn. Erdoğan’ın adaylığını garip bir teslimiyetle kabul etmesi oldu.
Bilindiği gibi, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, bir kimsenin “en fazla iki defa” cumhurbaşkanı seçilebileceğini öngörüyor, (madde 101/2).
Bu hüküm, cumhurbaşkanının genel oyla seçilmesini öngören 21 Ekim 2007 tarihli halk oylamasından beri aynen yürürlükte. Nisan 2017 Anayasa değişikliklerinde maddenin içeriği aynen kaldı; 102. madde ile birleştirilerek başlığı değişti.
Bir kişinin ancak iki kez cumhurbaşkanı seçilebileceği hükmü, 2007’den beri yürürlükte iken, 2017 Anayasa değişikliğinde cumhurbaşkanına yeni yetkiler verilmiş olması, özel bir hükümle istisna getirilmediği için, anayasanın bu açık hükmünü yok saymaya yol açamaz..
Nitekim, 2017 değişikliklerini hazırlayanlar da bunun farkında oldukları için, 116. madde ile önceki anayasalarda olmayan bir düzenleme yaptılar. Maddenin 3. fıkrasına “Cumhurbaşkanının ikinci döneminde Meclis tarafından seçimlerin yenilenmesine karar verilmesi halinde, cumhurbaşkanı bir defa daha aday olabilir,” hükmü eklenerek, 3. kez adaylığın önünü açtılar, (madde 116/3). O zaman birçok hukukçu ve siyaset bilimci bu hükmün Sn. Erdoğan’a 3. kez adaylık şansı vermek için getirildiğini gördü ve söyledi.
Anayasanın açık hükmü ortada iken muhalefet baştan beri bu konuda sessiz kalmayı, Sn. Erdoğan’ın adaylık ilanına teslim olmayı seçti. Tutumlarına gerekçe olarak garip savlar ileri sürdüler. Adaylığına karşı çıkmaları halinde Sn. Erdoğan’ın mağduriyetinden söz edilebileceğini, daha sonra da nasıl olsa bu itirazı YSK’nın red edeceğini savundular.
Her iki gerekçeyi de ciddiye almak mümkün değil. İki kez cumhurbaşkanı seçilmiş bir yurttaşın, anayasanın açık hükmündeki şart (Meclisin erken seçim kararı almış olması) gerçekleşmediğine göre yeniden aday olamaması halinde nasıl bir mağduriyetten söz edilebilir? Ülkede bunca gerçek mağduriyet varken, Sn. Erdoğan’ın ve iktidarın bu mağduriyet edebiyatını kim ciddiye alabilirdi?
Ülkenin saygın hukuk otoritelerinin hemen tamamı, Meclis seçimin yenilenmesi kararı almadıkça 3. kez adaylığın mümkün olmadığını savunmasına karşın, muhalefet bu hükmü görmezden gelir, bu konuda itirazını yükseltmez ve hükmün çiğnenmesi halinde yapacaklarına dair net bir tavır açıklamazsa, YSK’dan kim, nasıl bir karar bekleyebilir?
Muhalefetin tutumu, anayasanın yok sayılmasını baştan kabul ettiği yolunda bir ‘ihsas-ı rey’ görüntüsü kazanmışken?
İşin gerçeği, bu seçimde muhalefet Sn. Erdoğan’ın adaylığını yasal yolla engellemek değil, onu seçimde yenmek istedi. Hesaplar, yenebilecekleri üstüneydi.
2018’den beri işlerin ters gittiği, pahalılık, partizanlık, mülteciler, -tam seçim eşiğinde- afet gibi gelen deprem ortamında, bu tablonun sorumlusunu yenmek, yeni bir adayı yenmekten daha kolay olabilirdi.
Bu hesapları yapanlar, bir gerçeği gözden kaçırdılar. Yıpranmış, yorulmuş diye niteledikleri kişi, en yorulduğu ve yıprandığı 2014’ün başında önce yerel seçimleri, birkaç ay sonra da cumhurbaşkanlığını (%51’le) kazanmayı başarmıştı. Üstelik şimdi cumhurbaşkanıydı ve tek başına yürütme yetkisini elinde tutuyordu.
Evdeki hesap seçim pazarının gerçeğine uymadı. (Bu hesap yine de tutabilirdi. Ancak o takdirde yapılması gerekenler başkaydı ve bu gereklilikler ayrı bir yazının konusu).
Cumhurbaşkanının, anayasa hükmünün elbirliğiyle görmezden gelinerek 3. kez aday olduğu bir seçim kampanyasının, usulsüz olmanın ötesinde ne ölçüde eşitsiz olabileceğini tahmin etmek zor değidi.
Nitekim öyle de oldu.
Bütün yurttaşların vergisiyle kamusal yayın yapan ve yasasında siyasi tarafsızlıkla ve taraflara karşı hakkaniyetli davranmakla ilgili yükümlülükler bulunan Türkiye Radyo Televizyon Kurumu, TRT, görülmedik ölçüde yanlı yayın yaptı. Sadece Sn. Cumhurbaşkanı değil, bütün sözcüleri, bakanlar, parti ve kurum temsilcileri TRT’de saatlerce görüşlerini anlatarak açık propoganda yaptılar. Muhalefete ayrılan süre dakikalarla sınırlı kaldı.
Öte yandan, seçim sürecinde başka birçok usulsüzlük, yasalara ve anayasaya aykırılık yaşandı.
2017 Anayasa değişikliğinden sonra Cumhurbaşkanı Yardımcısı ve Bakanlar, seçilmiş değil, atanmış kamu görevlileri konumunda bulunuyorlar. Cumhurbaşkanı tarafından atanıyor ve görevden alınıyorlar, (madde 106/4). TBMM’ye karşı değil, Cumhurbaşkanına karşı sorumluluk taşıyorlar, (madde 106/7). Bu açıdan bir tür yüksek bürokrat (devlet sekreterleri) statüsündeler.
2839 sayılı Milletvekili Seçimi Kanunu’nun 18. maddesine göre atanmış kişilerin ‘seçimlerin başlangıcından bir ay önce’ görevlerinden istifa etmeleri gerekirken, kanunun emrettiği bu şarta da uyulmadı. Cumhurbaşkanı yardımcısı ve bakanlar, görevlerinden ayrılmadan aday oldular; makam imkan ve güçleriyle seçim kampanyası yaptılar ve seçildiler.
Seçimler hiçbir zaman mutlak eşitlik şartları altında yapılmaz. İktidarlar her dönem avantajlıdır. Ancak, adil ve demokratik seçimlerde taraflar, önce konulmuş olan kurallara uyarlar. Seçim kampanyasının resmen ilan edildiği günlerde eşit şartlar altında kampanya yapma, engellenmeme, kamusal araç ve imkanlardan eşitlikle yararlanma hakkına sahip olurlar.
Önceden belirlenmiş kurallara uyulmayan, keyfiliğin egemen olduğu, yasaların çiğnendiği, kamu imkanlarının tek yanlı ve hoyratça kullanıldığı ortamlarda, sonuç ne olursa olsun, hakkaniyetli, adil ve demokratik bir seçimden söz etmek zor, hatta imkansızdır.
Bu açıdan, sanırım 2023 seçimleri, demokrasi tarihimizde, çok partili sistemin ilk seçimi -1946- gibi özel bir yer tutacak ve ileride bir ibret vesilesi olarak incelenecektir.
Şu farkla ki, 1946’da, genç muhalefetin bu ibretlik seçimde olanların sorumluluğundan söz etmek mümkün değilken, bu seçimde muhalefetin aczi, yaşananların temel nedenleri arasındadır.
Yukarıda ifade edilen görüş ve düşünceler yazar(lar)a aittir ve FTP’nin görüş ve düşüncelerini yansıtmamaktadır.