2023 Cumhurbaşkanlığı seçimi üzerine geçen hafta yazdığım “Usulsüz, Eşitsiz, İbretlik” başlıklı yazıyla, muhalefetin Anayasa hükümlerini uygulatmak konusunda yeterince kararlı ve hatta istekli davranmadığını, bu ikircikli tutumun da Sn Erdoğan’ın üçüncü kez adaylığının önünü açtığını anlatmaya çalıştım. Erdoğan’ın Anayasadaki koşul gerçekleşmeden 3. kez aday olmasının, seçimi usulsüzlüğün ötesinde ‘eşitsiz’ kılacağı açıktı.
Nitekim de öyle oldu.
Ancak, muhalefetin seçimle ilgili stratejisini kurarken yaptığı – ve benim seçimle ilgili ilk yanlış diye nitelediğim – tek yanlış, yorgun ve yıpranmış olduğu varsayımına kapılarak Erdoğan’ın adaylığına sessiz kalmaktan ibaret olmadı. Muhalefet, adayını belirlerken de, aynı varsayımın yanılgısını sürdürerek son derece yanlış ve siyasal gerçekliğe uymayan bir tercih yaptı.
Bir yanda Cumhurbaşkanı Sn Erdoğan’ın, öte yanda CHP Genel Başkanı Sn Kılıçdaroğlu’nun adaylığı bir anlamda sonucu baştan belirledi:
Bu rekabette muhalefetin oyu, 2014’den beri süregelen % 47-48 duvarını aşamazdı, aşamadı.
Sonuçta, Türkiye’nin ‘kader seçimi’ diye nitelenen 2023 Cumhurbaşkanlığı ve Milletvekili Seçimleri, yeniden iktidarın yengisi ile sonuçlandı.
Bundan tam bir yıl önce – 15 Haziran 2022’de – çeşitli mecralarda yayınlanan “Bir Yöntem Önerisi*” başlıklı yazımda, 2017 Anayasa değişikliğinden sonra Cumhurbaşkanının özel ve üstün yetkili konumuna değinmiş ve böyle bir makamla ilgili seçimde, muhalefetin aday belirlemesine iktidar çevrelerinin de ilgisiz kalmayacağı tehlikesine dikkat çekmeye çalışmıştım.
Hatırlayalım:
“Yeni Cumhurbaşkanının, sistem değişecek de olsa, en azından bir süre anayasadaki abartılı yetkileri kullanma hak ve imkanına sahip olacağı açıktır.
“Bu gerçeğin farkında olarak, devlet ve sermaye kesiminde iktidarla bütünleşmiş bazı çevreler -Erdoğan kaybedecekse- ‘tanıdıkları’ bir ismin bu makama gelmesini isteyecek ve buna yönelik etkileme yöntemleri kullanacaklardır, hatta kullanmaktadırlar.
“Aksini söylemek, ülkeden ve siyasetten haberli olmamaktır.”
Bu görüşlerimi zaman zaman TV kanallarında da ifade ettim.
Ancak, işaret ettiğim tehlike devreye girmiş, iktidara yakın mecralar muhalefete aday dikte etmeye çoktan başlamıştı.
Muhalefetin 2019’dan ve hele 2020’den sonra sıklıkla bir araya gelen 6 partisi, sözde kanaat önderlerinin, köşe yazarlarının, kiminle, ne zaman, nasıl yapıldığı meçhul kamuoyu araştırmalarının baskısı altında, kerameti bilinmez bir-iki isim arasında tercihe zorlanıyordu.
“Oysa Türkiye’nin sorunu, sadece bir kişiyi değiştirmek değil, aynı zamanda onu var eden bütün kurumsuzluk ve kuralsızlık ortamını değiştirmek, hiçbir erteleme ve savsaklamaya izin ve imkan vermeden ‘Demokratik Hukuk Devleti’ni kurmayı sağlamak”tı; (aynı yazıdan).
Anket şirketlerinin, devlet ve sermaye kesimine yakın bazı siyasi çevrelerin ‘kazanacak aday’ diye dayattığı isimlerin, bu konuda ne yapacakları, yapmayı isteyip istemeyecekleri, yahut yapabilecekleri konusunda belirsizlik vardı. Siyasi birikim ve deneyimlerinin bu demokratik dönüşüme yetip yetmeyeceği de tartışmalıydı.
Tam bu ortamda, sonu belirsiz dayatmaların baskısına karşı CHP Genel Başkanı duruma el koymaya, adaylık tartışmalarını başka bir düzleme taşımaya çalıştı. 2019’da ortaklaşa gayretle seçilen ve başarılarının gelecek seçimlerin sonucunu etkileyeceği bilinen büyükşehir başkanlarının görevlerinin başında kalacaklarını söyledi.
Bu uyarı yeterince etkili olmayınca, bu kez kendisinin aday olabileceğini önce ima, sonra açıkça ilan etti.
Kamuoyunun ilk izlenimi Sn Kılıçdaroğlu’nun ‘gerçekten’ aday olmadığıydı.
İyi niyetle yapılan yorumlar, dayatılan adayların görevlerini bırakmalarını – haklı olarak – yanlış, siyasi birikimlerini de bu makam için tartışılabilir bulduğu noktasındaydı. Genel Başkanın aday olduğu yerde bu dayatmalar herhalde sona erecekti.
Gelişmeler beklendiği gibi olmadı. Hem adı geçen belediye başkanları, hem de ittifakın ana partilerinden biri, iddialarını geri çekmediler.
Bu ortamda Sn Kılıçdaroğlu’nun yapması gereken, adaylık tartışmalarını isimlerin üstüne çıkaracak başka bir yöntemi devreye sokmak, cumhurbaşkanı adayında aranması gereken nitelikler konusunda kamuoyunun beklenti düzeyini yükseltmek olmalıydı.
Sözünü ettiğim yazıdan bir alıntı daha yapmak istiyorum:
“Karar vericilerin, emrivaki ve etkilerden masun kalmak için, önerilen, hatta dayatılan isimlerle ilgili tartışmalara taraf olmadan, bazı ilkeler ve nitelikler ortaya koyması ve isim arayışını bu ilke ve nitelikler çerçevesinde yapması akla uygun ve doğru yöntem olarak görünüyor”du.
“Nitekim, zaman zaman bu soruyla karşılaşan deneyimli siyaset insanları, bilgece bir tutumla ‘isim değil, önce nitelikler’ diyerek, doğru yol ve yönteme işaret ediyor”du.
Sn Kılıçdaroğlu bunu yapmadı. Sonucu etkileyecek böyle bir yöntem (usul) arayışından uzak durdu. Millet İttifakı partileri de iki yıla yakın toplanmalarına karşın, adaylık konusunda böyle bir arayışı dillendiremediler.
Masadan Sn Karamollaoğlu ve Masa dışından Sn Sancar bu ihtiyacın altını çizdiler, ama arayış böyle bir nitelik tartışmasına evrilemedi.
Sonuçta, adı geçen belediyecilerden birinin adaylığının yargı yolu ile engellenmesi olasılığı, diğerinin de demokrat çevrelerde tereddütle karşılanması Kılıçdaroğlu’nu, belki bir taktik olarak dillendirdiği adaylığında ısrarlı hale getirdi.
İki yıldır en önemli konuyu “konuşmamış” olan Masa’nın gündemine adaylık konusu, tam da pahalılık herkesin canını yakarken, onbinlerce can deprem yıkımı altında kalmışken geldi.
“Bu ortamda kim aday olsa seçimi kazanabilirdi.” Önceki yıllarda iktidara danışmanlık yapmış profesyonellerin ve CHP Genel Merkezinin katlarında iktidar görevleri paylaşanların kanaati buydu.
Aday isminin belirlenmesi kıran kırana bir tartışma ile sonuçlandı. CHP Genel Başkanı kamuoyunun kaygıyla izlediği bu tartışmalar sonucunda bir hayli yaralanmış biçimde ’13. Cumhurbaşkanı Adayı’ ilan edildi. Kalan beş siyasi parti genel başkanı ve adı adaylıkta geçen iki belediye başkanı da yardımcısı olacaktı.
Görüntü, adayın tek başına yeterli olmadığını, beş parti ve iki belediye başkanı ile güçlendirilmeye çalışıldığını iddia edenlerin eline koz verecek nitelikteydi. Kampanya boyunca da, cumhurbaşkanı adayından rol çalmaya kalkışanlar, bu iddiaya hak kazandıracak görüntüler yaşattılar.
Üstelik CHP Genel Başkanı, partili sıfatının ötesinde genel başkanlığını da bırakmayacak, bu sıfatını – Allah kısmet ederse – Parlamenter Demokrasi’ye geçilene kadar da sürdürecekti.
Oysa 2017’den bu yana muhalefetin temel önerilerinden birincisi, Cumhurbaşkanı’nın tarafsız ve bütün siyasi kesimlere eşit mesafede olmasıydı.
Ama kazanma umudu ufukta belirince, parti başkanlığına itiraz ve tarafsızlık vaadi unutuldu.
CHP Genel Başkanının adaylığıyla kampanya, demokrasi ile otokrasi tartışmalarının ötesinde geleneksel bir çatışmaya, CHP ile AKP’nin başını çektiği iki kampın çekişmesine dönüşecekti. Öyle de oldu.
Son yirmi yılda defalarca seçmenin % 50’ye yakın kesiminden oy almayı başarmış bir parti ile bu partinin bütün yıpranmışlığına karşın bir türlü % 25’i aşmayı başaramamış başka bir partinin önde göründüğü yarışın sonucu baştan belliydi.
Genel oyla cumhurbaşkanı seçiminin ilk kez yapıldığı 2014 yılında yılında iktidarın oy oranı % 52, muhalefetin oy oranı % 48’di. 2018’de muhalefetin toplam oranı, siyasi kimliği daha belirgin bir adayla % 47’de kaldı.
Bugün de aynı noktada.
2014’den bu yana geçen 9 yılda muhalefet, iktidar tarafından % 2.5 seçmen desteğini kendi yanına çekmeyi başaramadı. Oysa bu seçimde koşullar, ekonomi, dış politik ortam ve yurttaşların değişim özlemi, bunu başarmaya uygundu.
Seçimi ‘kazandık’ hayaline kapılarak her ne pahasına adaylık ısrarı yerine, karşı taraftan oy alabilecek demokrat, dürüst, deneyimli, dinamik bir aday, demokrasi ve adalet devleti konusunda ilkeli duruş, yoksullara, mağdurlara, mazlumlara karşı içtenlikli bir dil, ülkenin kaderini değiştirebilir, umudu iktidar yapabilirdi.
Seçimi kişisel heves ve partici hesaplara mahkum eden ufuksuz siyaset ve siyasetçiler mümkün olanı imkansız kıldılar, milletin umuduna kıydılar.
İktidar ve muhalefet cephesinin seçim serencamına devam edeceğiz.
*Usul. esastan önce gelir, anlamında Mecelle hükmü.