Önce kısa bir sessizlik. Derken, 28 Mayıs’tan üç gün sonra herşey mevsim normallerine dönüverdi. Şimdi baktığınızda görüyorsunuz ki, herşey normal.
Yaşanan “büyük hezimet”i görmek isteyen de yok, bunun hesabını en az kendisinde arayan da – tek tük vidanlı ve akıl-fikir sahibi insanların dışında.
“Hezimet” mi? Neyin “hezimet”i?
Ülke kültürünün ayrılmaz parçası olan inkarcılığın seçim özelinde örneği çok. Ama 9 Haziran gecesi “kaybeden” lider Kemal Kılıçdaroğlu’nun canlı yayında sorulara verdiği – vermeye çalıştığı – cevapları duyanlar, son 20 yılda yaşanan 19 yenilgi ardından “istifa etmeme geleneği”nin gücünü görenler, acaba “anladılar” mı?
Malum, büyük bir felaket karşısında, keder/yeis sürecinin beş safhası vardır:
İnkar, öfke, pazarlık, depresyon ve kabullenme.
Erdoğan ve çevresinde kemikleşmiş “Türk-İslam” kadrosunun 2014’ten bu yana kurduğu sistemin, hileli zarlar ve avantacı gönüllü kesimler eşliğinde yaşatacağı ta başından belli olan bu seçim sonucu ardından, – elit Türk kaymak tabakasından Kürt siyasilere kadar – muhalefetimizi oluşturan kesimlerde, bu safhaların birincisinden hızla sonuncusuna atlanıverdiğini gördük.
İnkar, hızlı bir geçişle, kabullenme ile sonuçlandı.
Herşey normal, çok zaman almadı. Olmasa da, öyleymiş gibi yapalım. Ne var canım, seçimlerin suyu mu çıktı yani, hadi şimdi Mehmet Şimşek geldi ne olacak, Soylu gitti aman ne güzel oldu, kabine daha mı kaliteli ve de ne mesajlar veriyor acaba, Saray’da resmi kabulde kim kime nasıl baktı, yemin töreninde metni kim yanlış okudu… gibi son derece önemli konulara dalalım, ve asla çıkmayalım. Zaten yaz da geliyor işte…
Bu “normalleşme” hali hayatımızı doldururken, pek az sayıda insan, ülke içinde, açıkta veya hapiste, veya dışarda, sürgünde veya işinde gücünde, öfke veya iç hesaplaşmaya (pazarlık) meşgul.
Arkadaşlarımdan kimle konuşsam, depresyon safhasına geçenlerin, çaresizliğin hikayelerini dinliyorum.
Ama, ima ettiğim gibi, onlar ülkede her zaman azınlıktılar: Uzaylı gibi bakılan, yabancılaştırılmış, itilip kakılmış, kendi iç dünyasına çekilmiş, “iptal edilmiş”, bozguncu veya teslimiyetçi gibi görülen, oysa ülkenin derdiyle gerçek anlamda kavrulup duran, ama hafızası kuvvetli, küçücük bir kesim.
Orası öyle de, inkardan kabullenmeye zıplayanların mazeretlenmelerini, havada geçen kuşlara bakmalarını, seçim sonrasında çöken traumayı boş lafların içine gömmelerini, kokuşmuş ezberlere boğmalarını hayretle izliyorum.
Sosyoloji ve antropoloji açılarından son derece ilginç bir durumla karşılaştığımız kesin.
Az çok tarih bilenler açısından kıyaslama imkanımız da var: Despotizmden hazzetmeyen kitlelerin (elit veya değil) 1933’ten hemen sonra Almanya’da, 1979’dan hemen sonra İran’da içine sürüklendiği akıl ve duygu kargaşasına benzer bir durumla karşı karşıyayız.
Kartopu büyüyecek, çünkü bu seçimden muzaffer çıkan kişi, 2017 rejiminin meşruiyeti için açık çek aldı. Tasdik mercii olarak dizayn ettiği Meclis’in kompozisyonundan da gayet memnun. Biliyor ki, çoğunluğun derdi orada maaşlı sandalye kapmaktı. Yola gelirler. Gelmezlerse “gibi” yaparlar. Bunu tepe tepe kullanacak. İstediği gibi, zamanlamasına kendisi karar vererek.
“Ama fark çok az, seçim kılpayı kaybedildi” diyenler, paramparça ve kısmen içerden çürümüş muhalefetin yetersizliğini görmezden gelenler, sadece kendilerini avutuyorlar. Efsanevi basketbolcu Bill Russell’ın dediği gibi “bana az farkla çok farkla kazanıldı, sen harika oynadın filan demeyin, bitiş düdüğü çaldığında hangi takımın kazandığıdır önemli olan”. Maç ha 97-95 bitmiş, ha 97-76. Fark etmez. Winner takes it all. Bu kadar. Ondan sonra istediğiniz kadar mazeret üretin. Kendinizle oyalanırsınız.
Şimdi, pişkinlik ve vurdumduymazlığın iyice su yüzüne vurduğu bir Türkiye muhalefeti manzarası var karşımızda. Altılı Masa’nın beş parçası için pek bir sorun yok zaten. Onlar ulufe gibi dağıtılan sandalyeleri kapıştılar. Mesela GP, 60 bin civarında oy almasına rağmen 10 milletvekili ile bambaşka bir rekorun sahibi. Adı var kendisi yok DP’yi saymayalım bile. 15 vekillik bahşedilen DEVA da, SP de mutlu. Eh zaten dün gece Kılıçdaroğlu da övdü onları. “Elbette desteklerim, grup kursunlar, demokrasi budur” gibi sözlerle.
Belki, nispeten stratejik düşünen İYİP 44 sandalyeye rağmen hoşnutsuz olabilir, çünkü sonunda liderleri karşı tarafın hamlelerini iyi kötü doğru okumuştu ama, olsun, gene de 44 milletvekilliği ilerdeki muhtelif manevralar için (mesela milliyetçi-muhafazakar bir anayasa) gayet ehven bir sayı. Öbür taraftalar zaten ruhen. “Loser” tayfasının yanında neden dursunlar?
Millet İttifakı sürdüğü sürece hoştu. O masa muhabbetleri falan. Tam 18 ay, ne güzeldi. Birbirlerini tanıdılar. Ya da tanıdıklarını sandılar. Hele bir de medyadaki o coşku seli içinde “ay ne güzel bir araya geldiler, ne kadar da bir ilk” sesleri gururlarına gurur, kibirlerine kibir kattı. Kattı da seçmene bir şey anlat(a)madılar.
Kısacası bu muhteremler için herşey normal. Hem de çok normal. “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem” mezara gömülmüş, bitmiş o hikaye, ne farkeder?
Evet, son 20 yılda Baykal ve Kılıçdaroğlu liderliğinde 19 seçimden – yani hepsinden – mağlup çıkarak dünya siyaset tarihine adını yazdıran CHP’de de durum fena halde normal.
Hemen her medeni ülkede görülen şekilde, 28 Mayıs gecesi “benden bu kadar, başaramadım” diyerek istifa etmek yerine akıllara seza bir pişkinlikle yerinde oturan, yetmiyormuş gibi yerini daha da sağlamlaştırma hamlelerini gözlere soka soka gerçekleştirmekte olan Kemal Kılıçdaroğlu da, belli ki, öyle sıradan, herhangi bir seçim yaşandığına inanıyor, veya seçmenin öyle inanmasını arzu ediyor.
Seçmenin yarıdan fazlası, ama hile ama hurda, ama katakulli, veya kör sadakat ve toplu sadaka ile Reis’in 2017’de kurduğu tek adam düzenine, Türk usulü bir faşizm modeline onay vermiş. Eşik aşılmış. Ayasofya ve Beştepe’de namazlar ve dualarla yüzyıllık cumhuriyetten geriye kalan herşeyin ruhuna “el fatiha” okunmuş. Ne var bunda canım?
Yenilen pehlivan güreşe doyar mı? Doymaz. Şimdi hedef yerel seçimler. Bir de orada kaybedelim, sonrasına bakarız.
Şimdilik herşey normalmiş gibi takılın.
CHP’nin geleneksel göbek danslarını izleyenlerde hafiften bir şaşkınlık, az miktarda da kızgınlık. “Bir daha oy verirsem elim kırılsın” sesleri. Vozurdanmalar.
Dedim ya, Almanya ve İran’da da kitleler, ezim ezim ezilinceye veya yandım allah diye kaçmak zorunda kalıncaya dek böyle bocalamışlardı. Çünkü onları cesaretle kutularından çıkaracak liderleri yoktu.
Selahattin Demirtaş vardı bir tek. Çürük Türk siyaseti içinde geleceği temsil eden, birleştirici, esprili, vicdan ve vizyon sahibi tek figür. O yüzden de yedi yıldır hapiste. Bu gidişle çıkacağı da yok. Ve o cephede de, yani HDP cenahında da herşey normal. Bakmayın, öyle. Çıt çıkmıyor. Bir tek ses hariç. O da, beklendiği gibi, Demirtaş’tan geldi. İçini döktü geçenlerde.
Nasıl ki, Külliye konuşmasından yankılanan “Selo idam!” tezahüratına en yakın çevrelerden, kendi partisinden, sol çevrelerden, beş yıldır peri masalları anlatarak seçmeni olmadık hayallere kaptıran yazarlardan tepki gelmedi, onun kendi partisine yönelttiği eleştiriler de sessizliğe, otosansüre boğuldu gitti.
Eşinin Murat Sabuncu’ya anlattıkları karşısında içim parçalandı, ve şimdiye kadar her gelişmeyi sakin karşılayan ben, hakim olamadığım bir öfkenin esiri oldum bir süre. Bir gazetecinin asla kapılmaması gereken bir şey. Ama bu kadarı da, bu vicdansızlık da fazlaydı ve bize sadece bir şey söylüyordu: Bu ülkede siyaset bir gölge oyunudur, maskeli balodur; avantacılık, yardakçılık ve yalancılık ana eksendir.
Başak Hanım’ın Demirtaş’ı kimsenin aramaması – yani fiilen aforoz etmesi – üzerine söyledikleri zaten açık, ama ben gönüllü olarak parti adına seçim kampanyasına katılmasıyla ilgili şu sözlerinin altını çizdim:
“Tüm çalışmaları kendi imkânlarımızla yaptık, partiden hiçbir talebimiz olmadı. Bunu bir görev olarak yaptım, çünkü sorumluluğumun gereğini yapmak istedim, ama çalışmalar sırasında bundan rahatsız olan parti yetkililerinin olduğunu öğrendim ve ne yalan söyleyeyim, üzüldüm doğrusu.”
Orada da herşey normal şimdi. Sessizlikten bunu anlıyoruz. Selahattin de orada, eh, yatacak, ne yapalım. Meclis’te ise kürsüden bir ton boş laf yankılanıp kaybolacak. Bu laflarla övünülecek. Genel kurul salonunun bir yankı odası olduğu inkar edilerek.
28 Mayıs ardından yemin töreni ve “fabrika ayarlarına uygun” münazara tipi ezber söylemler, Meclis’te 15 parti, siyaset kültürünün tipik robot nakaratları… hepsi, ama hepsi, faşizme tarihi geçişi perdeleyen, hatta ona icazet veren, meşruiyetini dış dünyaya ilan eden davranış kalıpları olarak tarihte yerlerini almış olacaklar.
Akademi dünyasında olmadık hayal ürünü teorilerle amigoluklarını süsleyenler de oralı değil. Hata filan yapmadılar. Aralarından pişkin bir tip geçen gün, “yeni bir durum, üzerinde çalışmalıyız” türünde vaaz vermekteydi.
Medyada da durum aynı. Sağduyu ve şüpheciliği, eleştirel bakışı bir yana bırakıp partizanlığa soyunanlar da oralı değil. Şampiyon Galatasaray formalarıyla “muhalif gazeteci” tavırlarını gülümseyerek sürdürmekteler.
Topluca mağlup oldular.
Rejim değişti.
Devlet faşizme koşuyor.
Ama herşey normal.
Alan memnun, satan memnun.
Bu maskeli balo ile seçmen “illallah” diyerek siyasetten daha da soğumuş, ülke azgın milliyetçilik ve kararlı mukaddesatçılığın tutsağı olmuş, gençlik her türlü radikalizme teslim edilmiş, geri dönüşü olmayan bir yola girilmiş, kime ne?
Yüzüncü yıldönümünde ülkenin iflas tablosu budur.
Makalede ifade edilen görüş ve düşünceler yazar(lar)a aittir ve FTP’nin görüş ve düşüncelerini yansıtmamaktadır.