Faşizm nazik tartışmalarla gerekçelendirilecek bir şey değil, doğrudan bir mücadele alanıdır.
Christopher Isherwood 1939 yılında yayımlanan Hoşça Kal Berlin’e “Ben bir kamerayım” diye başlar. Anlatısı I. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkmış Almanya’nın hâlâ kozmopolit bir Avrupa başkenti halini sürdürmeye çalışan Berlin’inde savaşın başlamasından önceki yıllara dağılan kitap, Hannah Arendt’in adını koymasından çok önce kötülüğün sıradanlığını anlatır bize, tam da Arendt’in yıllar sonra tanımlayacağı biçimde.
Eski komünist parti seçmenleri Nazilerin saflarına katılmaya başladıklarında ansızın canavarlara dönüşmezler, komşularıyla sohbet etmeyi sürdürür, yabancı kiracıları Almanya’yı terk etmeye başladığı için üzülürler. Ancak dil değişmeye başlamıştır bir kere.
Isherwood’un kamerası I. Dünya Savaşı’nın yenilgisiyle cilası bozulmuş Berlin’in Hitler yönetiminde günden güne renklerinin soluşunu kaydeder. Altında yatan derinliği doldurmayı, bile isteye okura bırakır.
Gelmekte olanı göstermekten geri kalmamakla birlikte, öykünün de yaşam gibi verili olmadığını, ancak bizim bağlantılandırmalarımızla bütünlenebileceğini baştan kabul eden bir tavırdır bu.
Hoşça Kal Berlin’in şimdisinin arka planında da ulus-devlet görüşünün, milliyetçiliklerin, emperyal politikaların, liberal ekonomilerin çağı olan 19. yüzyıl yatar.
Nietzche’nin Tanrı’nın öldüğünü haykırdığı, tutkuyla Dostoyevski okuduğu, Marx’ın New York Daily Tribune’a Osmanlı hakkındaki görüşlerini yazdığı, Baudelaire’in bir yandan Poe’nun şiirlerini çevirip bir yandan Delacroix üzerine yazılar kaleme aldığı, Halil Şerif Paşa’nın ise Delacroix ve Ingres tabloları toplamakla yetinmeyip Courbet’ye Dünyanın Kökeni tablosunu ısmarladığı dönem. Edebiyatta bireyin iç dünyasının dile geldiği, izlenimcilerin gerçeği bireyin algısından aktardığı, kadınların konuşmaya başladığı yüzyıl.
Hatta 20. yüzyılın ilk çeyreğinde de, Avrupa’nın nispeten çeperlerinde yaşanan, başkentlerini yakıp yıkmayan I. Dünya Savaşı’ndan sonra da renkli, neşeli bir ruh hali geri gelir: “Paris Bir Şenliktir.” Hemingway pek keyifle anlatır bu şenliği. Amerikalı caz müzisyenler geceleri çınlatır, Anais Nin pervasız günlüklerini tutarken, İslam dünyasının son halifesi Abdülmecit Efendi, – artık çıplak model sıkıntısı da çekmeden – Nice’teki villasında nü tablolar yapmaktadır. Elli yıl kadar önce Halil Şerif Paşa koleksiyonundaki o çok değerli tabloları, çıplak kadın figürleri nedeniyle Osmanlı’nın sınırlarından sokamadığı için satmak zorunda kalmıştı oysa.
Ama bu eğreti neşe uzun sürmez…
Hepimiz biliriz ki, gelişen sanayi ve ticaretin, biriken muhteşem servetlerin, sanat ve bilimdeki atılımların, açılımların ve Kraliçe Victoria’nın sayısız çocuğu üstünden Rus Çarlığı dahil tüm Avrupa kraliyet ailelerini akraba kılan saray düğünlerinin arkasında her yeri çamur gibi kaplayan kitlesel yoksulluğun çağıdır 19. yüzyıl.
Rabelais ya da Cervantes’in gürültücü, patavatsız, matrak halkı değildir onlar artık; şehirleri, kasabaları kaplayan sefil yığınlardır. Onların öyküleri güneşli açık havalarda, pazar yerlerinde, taşra hanlarında değil, şehirlerin köhne binalarının kovuklarında, lağımların içinde, leş gibi meyhanelerde, tekinsiz sokaklarda, madenlerde geçer. Kapkaranlık bir sefaletten gelir ve orada sürünürler. Dickens kurtuluşlar, iyilikler diler onlar için, Hugo koşullar elverseydi, iyilikle karşılaşsalardı iyi insanlar olabileceklerine inanır.
Zola ise balçık gibi yaşamı kaplayan yoksulluğun insanı nasıl sefil bir canlıya dönüştürdüğünü, onu nasıl tüm değerlerden yoksun bıraktığını bilir ve yoksulları acıma duygularımızın nesnesi “kader kurbanları” olmaktan çıkarır. Germinal’in yoksulları ürkütücü, çirkin, cahil, güvenilmez, öfkeli, acımasız ve haindirler. Çamurlu yaşamlarının içinde biriken öfkeleri hedefsizdir, yaşama tutunma hırsları arsız bir dirençtir.
Romandaki hemen hiçbir karaktere Hugo’nun ya da Dickens’ın karakterlerine duyduğunuz vicdan azabıyla yüklü sevecenliği duyamayız. Acımak yerine, bu sefaleti yaratan dünyanın haline olduğu kadar, bu sefaleti kendi aralarında birbirlerine karşı da üretebilme becerilerine derin bir öfke ve kırgınlık duyarız – toplumcu gerçekçi Türk edebiyatının Zola gibi okurunu bilinçlendirmek isterken, neden çoğunlukla Hugo’nun hümanizminden öteye geçemediği ayrıca üstüne düşünülmesi gereken bir konudur elbette.
Zola yoksulları, yoksulluğun tüm çirkinliğine bulaşmış olarak anlatırken, bir yandan yanlış bir hayatın doğru yaşanamayacağını bize Adorno’dan yüz yıl kadar öncesinden duyuruyor, bir yandan da kurtuluşu iyiliğin bir ödülü sayan – temelinde gayet Hıristiyan olan – hümanizmden kopuyordu. İnsan mahkûm edildiği bu sefaleti hak etmez ve bunu hak etmemesi de “iyi” olmasının ödülü değildir, insan olmanın hakkıdır.
Germinal’in olay örgüsü bir maden işletmesindeki işçilerin bilinçlendirilmesi ve grevin örgütlenmesidir özetle. Ancak gerek grevin örgütlenme aşamasında gerekse yenilgiye uğramasında asıl anlattığı, lümpen yığınlardır. Sınıfsal olanın – kapitalizmin yol açtığı yoksulluğun – insanda yarattığı tahribatın, çürümüşlüğün masumiyeti yoktur ve sınıf bilincine sahip olmadığında kendi sefaletini bizzat kendi yeniden üretecektir.
Germinal’in sonunda grev başarısız olur ama tohum toprağa düşmüştür bir kere, sınıf bilinci bir kez işçilerin arasına girmiş, ilk filizlerini de vermeye başlamıştır. Böyle biter roman.
Ama bugün – o tohuma bunca yenilgiye karşın inanmayı inatla sürdürsek de – Zola’nın lümpeninin dehşeti daha çok takılıyor aklımıza.
Çünkü biliyoruz ki, XIX. yüzyıl büyük emek hareketlerinin de yüzyılıydı ve II. Dünya Savaşı’na yaklaşılırken tüm baskılara rağmen hâlâ güçlü bir sosyalist hareket varlığını sürdürüyordu.
Ama sonra, Hoşça Kal Berlin’de de gördüğümüz gibi birçok eski Komünist Parti üyesi de dahil olmak üzere kitleler faşistlere ve Nazilere katıldılar. Canavarlara falan dönüşmeden, komşularıyla dedikodu edip yabancı kiracıları gidiyor diye üzülürken… Kötülüğün sıradanlığında.
Zola’nın otuz birinci ölüm yıldönümünde Céline bir konuşma yapar. Tuhaf bir biçimde dünya görüşleri tümüyle zıt olmasına karşın, sefaleti anlatışlarında Zola ile Céline’de aynı koyu karanlığı, çürümüşlüğü görürüz.
Zola bir sosyalist olarak sefaletin ardında toplumsal koşulları görürken, Nazi yanlısı Céline sefaleti tüm insanlığa yayar. Konuşmasında Zola’nın “değer”e inandığını, insanın dehşet verici suçluluğuna karşın umutsuz olmadığını, kendi gününde ise insanın tüm değerlerden yoksun olduğunu söyler.
Kendi gününün insanı, hayallerin ve sembollerin yarattığı sahte bir dünyanın insanıdır. “Bugün kurbanın kutsal bir ölüm arzuladığını biliyoruz” der.
Yaşamı hiçe sayan bir dünyadır artık içinde yaşanan. Bu konuşmayı yaptığında yıl 1933’tür ve ilerde bize yaşamımızın bir simülasyon olduğunu anlatacak olan Baudrillard henüz dört yaşındadır. 1934 yılında da ünlü Gecenin Sonuna Yolculuk yayımlanır.
Gecenin Sonuna Yolculuk’un Türkçe baskısına yazdığı önsözde Ferit Edgü şunları söyler:
“… insan Céline’de bir insanda dayanasım olmayan her şey var: benmerkezcilik, bencillik, çıkarcılık, güçlüden yana olmak, insan, özellikle de Yahudi düşmanlığı… Yazar Céline’de ise, bir yazarda aradığım hemen her şey var: Kendini olduğu gibi benmerkezci, bencil, çıkarcı, korkak, Yahudi düşmanı olarak ortaya koymaktan çekinmemek. (…) Bu yüzyılda (yani geçen yüzyılda) insanoğlunun gerçeğini çöplüklerde, siperlerde, hastanelerde, kamplarda aramak gerektiğine inanmıştı.”
Céline’in insanı, Dostoyevski’nin ereksizliğinin sefaleti karşısında dehşete kapıldığı, Nietzsche’nin kendi değerlerini kurmasını öğütlediği, Zola’nın sosyalizmle kurtulabileceğini savunduğu lümpendir aslında.
İşte o adam şimdi akın akın İtalya’da Faşist Parti’ye, Almanya’da Nasyonal Sosyalist Parti’ye üye olmakta, dünya genelinde koyu bir milliyetçiliğe yol almaktadır. Önceleri pek de gürültü çıkartmaz bu yürüyüşünde, efendice gider, oyunu verir.
“Karaktersel anlamda faşizm, makine uygarlığının ve onun mekanik-mistik yaşam anlayışının otoriter baskı altına aldığı insanın duygusal temel duruşudur” diye yazar (Wilhelm) Reich, Faşizmin Kitle Psikolojisi adlı kitabında.
1931-33 yılları arasında yazılmış olan bu kitap faşizmi bir savaş makinesine dönüşmesinden çok önce, kitlesel bir patoloji olarak görür ve yoksulluğun artmasıyla birlikte devrimci bilincin yükseleceğini öngören sosyalistleri bozguna uğratan gerçekliği, toplumu psikanaliz yoluyla ele alarak ve insanın cinsel güdülerine geniş yer açarak açıklamaya çalışır.
“Genelde sanıldığı gibi, salt gerici bir hareket olmayıp isyancı duygular ile gerici toplumsal fikirlerin bir karışımı” olan faşizm, “insan kitleleri tarafından taşınmak ve temsil edilmek”le diğer gericiliklerden ayrılır.
Cinsel baskının, ailenin, eğitim sisteminin, dinsel tabuların, toplumsal arka planın bu yapıyı nasıl ilmek ilmek ördüğünü ele alır kitabında.
Tezleri tartışmaya açıktır elbette ama tarihî ve toplumsal olanı insanın karmaşık karakterini çözümlemeden salt ekonomik teoriyle ele almanın yetersizliğine dikkat çeken ilk isimlerden biridir (Reich).
Uzun yıllar üyesi olduğu Alman Komünist Partisi’nden atılmasının, çağdaşı “partili” Marksistlerle amansız kapışmasının ardında da bu görüş ayrılığı vardır.
Çaresizliğiyle yetinmeyi içselleştirmiş, ürkek ve bastırılmış insanın derin vurdumduymazlığı, sağırlığı, körlüğü, suskunluğu tehlikelidir.
Çocuklara şeker verip kedilerin başını okşarken, Erdal Eren’in 17 yaşında boynuna geçirilen urganla aynı ipten örülmüş tığ işi tencere tutakları asar buzdolaplarının kulbuna. Mahkûma içtenlikle acır ama “emir kulu” olmanın kabullenilmiş teslimiyetiyle en mükemmel darağacını kurar. Sığınılmış uzlaşının gölgesinde yaprak kıpırdamaz. Un helvası kavurur, bir çay daha içer, iki terlik daha eskitir.
Orhan Gencebay şarkılarının bezgin arsızlığında demlenir. “Batsın bu dünya” der, tam da istediği budur, bu yanlış dünyanın yıkılması. Ama yanlışın nerede olduğunu anlamadan batmasını istediği dünyayı yeniden kurmak için elinde o dünyayı ayakta tutan köhne değerler sisteminden başka hiçbir şey yoktur, çarpıttığı bir geçmiş imgesi aracılığıyla yeniden daha sıkı sıkıya tutunur ona.
Yarınını kurma yetisi ve becerisi olmayan bir yaşamda anlık isyanın önermesi yoktur. Ezildiğinin farkındadır ama ezeni tanımak istemez. Korkar. Sinmiştir o gücün karşısında, tam da onun tarafından onaylanmak ister, bahşedilmiş bu “ödül”den ötesine dikmez gözünü.
Ta ki isyan duygularını harekete geçirecek otoriter bir gürleme duyulana dek… Tanrı’nın sesini duymuş gibi coşkuyla dirilir. Hiçbir zaman münferit olmayan suçların o tekil öznesi, özdeşlik kuramadığı herkese ve her şeye saldırır.
Talebi, –kendi içindeki karanlığı sezdiği için delice korktuğu– özgürlük değil, kükreyebilmek fırsatıdır. Onun boş tenceresinde hak talebi değil, lümpenin nefreti kaynar.
Bir halk düşmanından başka hiçbir şey olmayan Demirel’den bilge yaratmaya kalkıp söylenmesinden on yıllar öncesinde, ta 20. yüzyılın başında yanlışlanmış zırvalarında keramet arama aymazlığı yerine, insanı çok daha geniş bir açıyla anlayan aydınımızın, Nâzım Hikmet’in sözlerine kulak vermek gerekir:
“Korkak, cesur, cahil, hakîm ve çocukturlar.”
İşte “onlar”, karanlığa teslim olduklarında, hoyratça kırıp döktükleri oyuncaklar gibi, yıkılmış bir dünya bırakırlar artlarında.
_______
Bu makale K24 sitesinden kısaltılarak aktarıldı. Tamamına buradan ulaşabilirsiniz.