Recep Tayyip Erdoğan’ın Türkiye Cumhuriyeti’nin bir sonraki Cumhurbaşkanı ve bir sonraki hükümeti kuracak olan Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) parti lideri olarak 28 Mayıs 2023’te bir dönem daha seçilmesi, Türkiye’de demokrasiden geriye kalan kalıntılarının artık sonuna gelindiğini işaret etmekte.
Tarihin bir cilvesi: Bu ölümü kademeli olarak gerçekleşti ve Türkiye Cumhuriyeti’nin 1923’teki kuruluşundan tam yüz yıl sonra kanımca demokrasi son nefesini verdi.
Neden demokrasinin öldüğünü düşünüyorum? Kanımca dört neden var.
Birincisi, seçim süreci demokratik değildi.
İktidardaki Cumhurbaşkanı ve partisinin medya ve devlet kaynaklarını neredeyse tamamen kontrol ettiği bir seçimde partilerin kampanya yürütmesi sağlanamaz. Medyayı sansürleyip sonra da seçim sürecinin adil olduğunu iddia edilemez.
Tüm önemli Türk ve Kürt muhalefet liderleri, siyasi güçlerini kırmak için uydurma suçlamalarla tutuklanıp hapse atılamaz. Tüm muhalifleri yasadışı bir şekilde cezalandırmak için dalkavuklar siyasi saiklerle atayarak yargı kişisel kürsü olarak silahlandırılamaz.
Size muhalif olan herkese küfredilemez, iftira atılamaz ya da sembolik olarak linç edilemez; ardından savcılar muhalefet liderlerini sadece aşağılayıcı bir dil kullandıkları için mahkemeye verip ve hatta hapse atılması sağlanamaz.
Fikirlerinize itiraz eden vatandaşları iftira atarak, onları aşağılayarak ve hatta tutuklayarak ya da Türk devlet hazinesinden para yardımı alan herkese bu parayı sizlerin verdiğini ve muhalefetin kazanması halinde bu yardımı kaybedeceklerini söyleyerek vatandaşlar arasında sürekli korku yaratılamaz.
Seçimler sırasında sürekli olarak seçim hilesi yapılamaz, sandık sonuçlarını haksız bir şekilde değiştirilemez, seçimleri kazanmak için sonuçları sanal olarak girdikten sonra oynanamaz ve ardından sahte bir zafer ilan edilemez.
Özellikle, zafer konuşması sırasında Kürtlere karşı ırkçı bir dil kullanmaya devam edilemez, onlara karşı şiddet savunulamaz ve kalabalıklara “Selo’ya ölüm!” sloganı attırılamaz. Kalabalık, Demirtaş’ın ölümünü haykırdığında onaylayarak gülümsenemez. Bütün bu davranışlar faşizmin kurucu öğelerini oluşturur.
İkincisi, bu antidemokratik süreç, siyasi muhalefet tarafından da kabul edilmekle kalmayıp, fiilen içselleştirildi. Dolayısıyla muhalefet de, seçim sürecine katılarak bu ahlaksız ve ırkçı yönetimi meşrulaştırmaktan sorumludur. Adına layık olan her muhalefet, demokratik beklentileri karşılanana kadar seçimleri protesto ve boykot ederdi.
Ayrıca, kendi Kürt yurttaşları Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından şeytanlaştırıldığında muhalafetin derhal onların haklarını savunmaya geçmeleri gerekirdi. Fakat muhalefet bunun yerine bu ırkçı tacizi sessizce kabul etti; bu kabul ediş, muhalefetin gerektiği gibi Kürtlere karşı devlet başkanınca uygulanan ırkçı ayırımcılığı protesto etmeyip onayladığı sonucunu yarattı. Böylece Türkiye’deki demokrasinin mihenk taşı olan Kürtlerin Türkiye’deki demokratik varlığını imkansız kıldı. Bu bağlam Cumhur ittifakının neden HüdaPar’ı aralarına davet ettiğini de açıklıyor: devlet ve onun hükümeti Kürtleri demokratik olarak siyasi sistemle eklemleştirmek yerine, kendi güdümü altında teröre karışmış Kürtlerden oluşturduğu bu partiyle Türkiye’de Kürtleri de katan bir “sahte demokrasi” portresi yaratmaya çabalıyor.
Kısaca, muhalefet Kürtlerin seçim haklarını siyasi olarak korumak ve uğradıkları tacizi protesto etmek için ayağa kalkmadığı andan itibaren, Türkiye’de “demokratik bir gelecek ihtimali” de ortadan kalkmış oldu.
Bu böyledir, çünkü sağlıklı bir demokrasinin mihenk taşı çoğunluğun değil azınlığın haklarının savunması üzerine kurulur. Çoğunluk olan Türkler, toplum ve devletle ilgili tüm kararlarında ırksal olarak daima kendilerini kayıran tüm değerleri, yasal ve eğitim sistemlerini üretip kontrol altında tuttukları için zaten tüm sistem kendilerini destekler. Çoğunluk, siyasi egemenliğini diğerlerine karşı sürekli şiddet uygulayarak kurabilir ama sürdüremez çünkü sistem dışında kalanlar zamanla birleşip çoğunluğa alternatif yaratırlar. Demokrasinin sıhhati, dolayısıyla Türklere değil, sistemin kurulmasına dahil edilmeyen azınlıklara (bu bağlamda azınlıklaştırılmış Kürtlere) sistem tarafından eşit davranılmasından geçer. Yani bir demokraside, çoğunluğun sorumluluğu, azınlık haklarını kendi haklarından daha titiz bir şekilde korumaktır.
Muhalefette ise bu sorumluluğun en büyük partiye, yani Cumhuriyet Halk Partisi’ne (CHP) ile lideri Kemal Kılıçdaroğlu’na düştüğü kanısındayım. Çünkü ilk aşamada seçimleri protesto edecek siyasi güce sadece CHP sahip olabilirdi. Ancak CHP’nin bu bağlamda en büyük zayıflığı devletle ilişkili tarihi mirasından kaynaklanmaktadır. Cumhuriyetin ilk partisi olması, Mustafa Kemal Atatürk’ün başkanlığında kurulması, sonra da 1950’lere kadar tek parti olarak Türkiye’yi yönetmesi, devletle CHP hükümetlerinin yeterince ayrışmadan içiçe girip ortak zihniyet üretmelerine yol açmıştır. Nitekim CHP hala bugün “devletin partisi” olarak algılanmaktan kurtulamadığından, 2023 genel seçimleri sürecinde hükümete karşı demokrasiyi korumak için devlete karşı siyasi tavır alamamıştır.
Aslında CHP yıllar içinde Türk devleti ile o kadar özdeşleşti ki, bütün alınan kararlara ve onların yol açtığı olaylara bakışı, aynı devletinki gibi yukarıdan aşağıya gözlenenleri yorumluyarak oluştu. Sonra bu bakış eyleme geçirilirken sürekli olarak vatandaşların ihtiyaçları yerine devletin bekasına öncelik verildi.
Yani CHP özünde, 1970’lerden itibaren dinci partilere gönülsüzce ‘izin veren’ ve nihayetinde merkez sağ partilerin neredeyse sürekli olarak iktidara gelmesine yol açan ve AKP’nin 2002’de zafer kazanarak bugüne kadar 20 yıl boyunca hükümette kalmasını sağlayan kurulu düzenin bir parçasıdır.
Ta o zamandan beri CHP siyasi kimliğini bulmaya çalışıyor. CHP, devletçi duyguları ön plana çıkarmaya ve (bugünlerde Türkiye’de kendini Kemalist olarak tanımlayanların şiar edindiği) “yabancı düşmanı milliyetçiliği” vurgulayarak oy toplamak için siyaseten sağa kaymaya devam mı edecek? Yoksa, her şeyden önce demokrasi ve insan haklarının korunmasına öncelik vererek, liberal sosyal demokrat bir merkez veya merkez sol parti olarak konumunu yeniden mi tanımlayacak? Görünen kadarıyla maalesef milliyetçi opsiyon ağır basıyor parti içinde.
Nitekim CHP’nin eski milliyetçi kimliğini bir kez daha diriltmeye karar verdiği, 2023 seçimleriyle ortaya çıktı. Kürtleri, seküler liberalleri ve merkez solda duran vatandaşları cesurca temsil etmeye çabalayan Halkların Demokratik Partisi (HDP) gibi, CHP’nin sosyal demokrat hissiyatını yansıttığı iddia edilen partilerle siyasi bir koalisyon kurmak yerine, Erdoğan’ın tüm dini milliyetçi topluluklar üzerindeki hakimiyetine meydan okuyabilecek, milliyetçi merkez sağ partileri barındıran bir muhalefet koalisyonu kurmaya çalıştı.
Bu tercihlerin iki sonuca varmamızı sağlıyor: yolaçtığı iki sosyolojik sonucu irdelemekte yarar var: Birincisi, CHP’nin yurttaş haklarını önceleyen sosyal demokrat bir parti olmaktan ne kadar uzaklaştığının ortaya çıkmasıdır. İkincisi de, CHP’nin, gizli eylemleriyle Türk devletinin varlığını ve egemenliğini her ne pahasına olursa olsun ayrıcalıklı kılan ve koruyan, ‘derin devlet’ olarak adlandırılan, bürokrasi içindeki yetkililer ve memurlarla işbirliği yaptığının kanıtlanmasıdır.
*******
Üçüncüsü, “demokrasi perdesi” arkasından Türkiye’yi hala yönetmeye devam eden bu ‘derin devlet’in, 2023 seçimlerinin kurgulanması sürecinde Cumhurbaşkanı Erdoğan ile işbirliği yaptığını gösteriyor.
Bu sürecin ana teması koyu bir milliyetçiliktir; Türkiye vatandaşları olarak içeride ve dışarıda karşı karşıya olduğumuz düşmanlarımızın tehditlerini sürekli tekrar ederek Türk milliyetçi duygularını körükler. Bu kaynaktan oluşan milliyetçi devletin söylemi de bir cümlede şöyle özetlenebilir: “Türkiye’miz kendisini yok etmek isteyen ‘dış düşmanların’ sürekli tehdidi altındadır.”
Dışarıdaki bu dış düşmanlar da her nedense hep azınlıklar arasından seçilen ‘iç düşmanlarla’ işbirliği yapar. Kimdir bu iç düşmanlar? Liste başını tabii ki Kürtler çeker; onları da Aleviler, kadınlar, batılılaşmış laik Beyaz Türkler, LGBT ve diğer azınlık grupları izler. Bu bağlamda azınlıkları bir toplum tarafından değerli görülen kaynaklardan eşit pay alamayan topluluklar olarak tanımladığımı da belirteyim.
Bu milliyetçilik iki ana damardan beslenir. Bir yandan Türklere sürekli olarak ülke güvenliğine yönelik tehditleri sayıp sayıp korku pompalar. Diğer yandan da Kürtleri iç tehdit olarak tanımlayıp sürekli ve tehlikeli bir şekilde aşağılayıp ve şeytanlaştırıp bu korkuya ustaca yön verir. İşte bu ayırımcı ‘toksik’ milliyetçiliğin sonucunda gayet korkutulmuş Türkler ve Kürtler birbirlerine karşı olan düşmanlığı pekiştirip sivil toplumda birlikte barışsal çözüm aramak için birleşmez, birleşemezler. Bu karşılıklı korku ortamı her türlü demokratik iyi niyet kalıntısını da yok etti. Bunun yerine, içeride ırkçı şiddet tehdidiyle ‘birlik’ yaratılmaya çalışılırken, dışarıda da “Türk’ün kendinden başka dostu yoktur” teranesiyle yabancı düşmanlığı körüklendi ve bu da Türkiye’nin diğer topluluklara hiçbir zaman dost değil düşman olarak yaklaştığından gittikçe yalnızlaştı.
Sürgündeki Türk gazetecilerin Türkiye ile ilgili haberlerinin yer aldığı YouTube kanalından aldığım haberlere göre (bunlara Türkiye’den erişim hükümet tarafından yasaklanmıştır), derin devlet içinde Batı yanlısı NATO/ABD grubu ile Rusya, Çin ve Hindistan ile ittifak yapmak isteyen Batı karşıtı AVRASYA grubu arasında bir güç oyunu sürmekte.
Her iki grup da son derece milliyetçi olsa da, Erdoğan’la siyasi işbirliğine giren Avrasya grubu muhtemelen şöyle bir anlaşmaya vardı: kendi varlıklarını devam ettirecek milliyetçi, popülist ve ırkçı bir Türkiye’nin inşası karşılığında, AKP iktidarı zamanında devlete karşı edinilen haksız hukuksuz kazançların hiçbirine dokunulmayacak. Yani sonuçta kabak tekrar Türk milletinin başına patlayacak ve demokrasiden gittikçe uzaklaşacak.
Aslında bugün Türkiye’de hala böyle gizli bir derin devletin varlığı bile Türkiye’de demokrasinin olmadığının bir kanıtıdır
*****
Dördüncüsü, Türkiye vatandaşları bu son 2023 seçiminin ‘zaferle’ sonuçlanmasıyla birlikte ülkede demokratik uygulamaların son kalıntılarının da yok olduğu gerçeğiyle yüzleşmelidir.
Türkiye devleti ve toplumu, geçmişte vatandaşlarına, özellikle de gayrımüslim, ve Türk kökenli olmayanlara karşı uyguladıkları toplu şiddetten dolayı vatandaşlar önünde hesap vermezlerse, demokrasiye asla ulaşamaz.
Erdoğan, tüm muhalefeti baskı altına alıp sindirmek için gösterdiği aşırı şiddetli konuşmaları, konuşmalarında da Türk milletini değil, sadece kendi takipçilerini, yani “Erdoğan milleti”ni Türk vatandaşı olarak görüp diğer herkesi ‘ötekileştirip’, şeytanlaştırıp linç ettiği halde neden yaptıklarından hukuken sorumlu tutulmuyor da muhalefetin en küçük eleştirisine hemen dava açılıyor? Çünkü hiç kimse Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı bu hukuki şiddet eylemlerinden dolayı kamuoyu önünde sorumlu tutamaz. O hukukun üstündedir, hukukun kendisine dönüşmüştür; onun kararları artık kanundur.
Türkiye’de demokrasinin hukukun üstünlüğü ilkesinde ısrar ederek zorunlu kıldığı, kişinin eylemlerinden sorumlu tutulmamasının yani cezai muafiyetinin tarihsel kökleri Cumhuriyet’in kuruluşuna kadar uzanmakta.
Mustafa Kemal ve beraberindekilerin Cumhuriyet’i kurmak için verdikleri mücadeleyi takdir ediyor, saygı duyuyor, ve ülkenin bir vatandaşı olduğum için onlara minnettar oluyorsam da, bugün barışı tesis edebilmek için geçmişimizdeki bu şiddeti tartışmamız ve hesaplaşmamız gerektiğini düşünüyorum.
Makalede ifade edilen görüş ve düşünceler yazar(lar)a aittir ve FTP’nin görüş ve düşüncelerini yansıtmamaktadır.