Bu Haziran, Strasbourg, Erdoğan hükümetini terletti. İlk olarak, Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi adına Büyükelçiler seviyesinde toplanan Delegeler Komitesi, Osman Kavala hakkındaki AİHM kararının uygulanmaması nedeniyle başlatılan “ihlal süreci”nin takibi kapsamında en sert uyarısını yaptı. Bu uyarıda, Mart ayındaki toplantıda verilen altı aylık sürenin Eylül ayında dolacağı hatırlatılarak, Selahattin Demirtaş kararı nedeniyle de ikinci bir ihlal prosedürünün başlatılabileceği vurgusu da yapıldı.
Kavala kararına dair 2021 yılı Kasım ayında başlatılan 2022 yılı Temmuz ayında tüm prosedürleri tamamlanmış bulunan ihlal süreci, Türkiye’yi Avrupa Konseyi sisteminde mümkün olan en ağır yaptırımlara muhatap olma riskiyle burun buruna getirmiş durumda. Olasılıklar arasında, Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nde (AKPM) oy hakkından mahrum edilme, Avrupa Konseyi üyeliğinin askıya alınması veya tamamen Konsey üyeliğinden çıkarılma gibi “nükleer opsiyon” olarak anılan ciddi yaptırımlar var. Benzer bir ihlal süreci daha önce sadece Azerbaycan hakkında Ilgar Mamadov hakkındaki AİHM kararı nedeniyle işletilmiş, üç yılın sonunda Mamadov’un serbest bırakılmasıyla sonlandırılmıştı.
Erdoğan hükümeti adına Kavala ve Demirtaş dosyalarında Bakanlar Komitesi’ne sunulan cevapta ise Türkiye’de mahkemelerin bağımsız olduğuna dair beylik cümlelere ilaveten, 2021 yılında Hakimler ve Savcılar Kurulu’na TBMM tarafından seçilen üyelerin CHP ve İYİ Parti ile tam mutabakat halinde seçildiği de vurgulanmış.
Bu yönüyle, muhalefetin Yargıda Birlik Derneği kılavuzluğunda yaptığı bu stratejik hatanın, iktidar tarafından, yargıyı bir sopa gibi kullanma halini meşrulaştırma zemini olarak kullanıldığı gerçeği dikkatlerden kaçmamalı.
Hükümetin bir diğer argümanı ise, 2020’den bu yana, AİHM tarafından ihlal tespit edilen kararlara imza atmış olmanın, hakim ve savcıların terfisinde negatif bir unsur olarak dikkate alındığı iddiası.
Oysa bu savunma sadece gerçeklikten kopuk olmaktan öte, kendi içinde birçok çelişkiyi de barındırmakta. Öncelikle belirtmekte yarar var ki; Kavala ve Demirtaş dosyalarının en önemli ortak özelliği, AİHM’in her iki dosyada da 18. Madde ihlali tespit etmiş olması. Yani her iki dosyada da yargı mercilerinin siyasetin etkisi altında ve siyasi saiklerle karar verdiği tespit edilmişti. Bu nedenle, özellikle bu iki karardan sonra savunma olarak Türkiye’de yargı bağımsızlığından dem vurmak trajikomik bir görüntü veriyor.
HSK’nin hakim-savcı terfilerinde AİHM tarafından tespit edilen ihlal kararlarını bir kriter olarak ele aldığı savunmasına gelince, Akın Gürlek, Hasan Yılmaz ve İrfan Fidan isimlerini hatırlamak yeterli. Zira hem Kavala hem de Demirtaş kararlarına imza atan hakim olan Akın Gürlek, 2022’den bu yana sürdürdüğü Adalet Bakanı Yardımcılığı görevine geçtiğimiz hafta yeniden atandı.
Yine her iki davanın da iddianamesini hazırlayan isim olan Hasan Yılmaz ise 2020’den beri Bakan Yardımcısı ve HSK üyesi olarak işgal ettiği bu makamlara tekrar atandı. İstanbul Başsavcısı sıfatıyla tüm bu soruşturmaların başında olan ve bu iddianamelerde imzası olan İrfan Fidan ise HSK tarafından 27 Kasım 2020’de Yargıtay üyeliğine seçilmiş, tarihin en hızlı yükselen yargıcı olarak 17 Aralık 2020’de Anayasa Mahkemesi üyeliğine seçilmişti. Böylece İrfan Fidan, Anayasa Mahkemesi üyesi olarak, birkaç yıl önce kendi hazırladığı iddianame doğrultusunda verilen kararın değerlendirmesini yapacak. Buyrun size bağımsız ve tarafsız yargı.
İhlal prosedürüne dair bu gelişmelere ek olarak, Haziran ayında Strasbourg’da yaşanan ikinci önemli gelişme, 21 Haziran’da Uluslararası Hakimler Birliği, Avrupa Hakimler Birliği ve Demokrasi ve Özgürlükler için Avrupalı Hakimler (MEDEL) başkanlarının katıldığı toplantı idi. AKPM’de gerçekleşen bu toplantıda, reel politika hesapları uğruna Türkiye’deki hukuksuzluğun görmezden gelinmesinin sonuçlarının, Konsey organlarının saygınlığı ile birlikte, 46 üye ülkenin tamamında hukuka ve demokrasiye saygıyı erozyona uğratmaya başladığı gerçeği açıkça dile getirildi. Avrupa ve dünya çapındaki hakim örgütlerinin en üst makamları tarafından ayrıca, Türkiye’de bir gecede terörist ilan edilen binlerce hakimin hukuk mücadelesine destek mesajı da verildi.
Avrupa Konseyi üyesi ülkelerin milletvekilleri ile birçok bürokrat ve diplomatın da katıldığı bir programda ve AKPM çatısı altında yapılan bu açıklamalar çok önemli olmakla birlikte, bu programı önemli kılan asıl sebep, Türk milletvekilleri, büyükelçileri ve diplomatlarının tüm engelleme çabalarına ve tehditlerine rağmen AKPM’nin bu programa ev sahipliği yapmış olması. Erdoğan rejimi tarafından terörist ilan edilen YARSAV üyesi yargıcın da konuşmacı olması yönüyle bu program, hükümetin tezlerinin kale alınmadığının açık bir göstergesiydi ve Hakan Fidan’ın Dışişleri Bakanı sıfatıyla yaşadığı ilk hezimetti.
Üçüncü önemli gelişme, 23 Haziran’da AKPM Genel Kurulu’nda oylamaya sunulan “İnsan Haklarına bir Tehdit Olarak Uluslarötesi Baskının Önlenmesi” kararı ve ekli raporunun ve ezici çoğunlukla kabul edilmesiydi. Söz konusu karar ve rapor, Rusya ve Türkiye tarafından yabancı ülkelerdeki muhalif vatandaşlara uygulanan baskı, sindirme, tehdit ve kaçırma olaylarını konu alıyor. Kararda, Freedom House verilerine atıfla, dünya çapında uluslarötesi baskı yöntemlerine en çok başvuran diğer 4 ülke olan Rusya, Çin, Mısır ve Tacikistan yanında Avrupa Konseyi üyesi bir ülke olarak Türkiye’nin de bulunmasının kabul edilemez olduğu açıkça ifade ediliyor.
Kararın ayrılmaz bir parçası olarak belirtilen raporda ise, Türkiye Tribünali ve MEDEL (Demokrasi ve Özgürlükler için Avrupalı Hakimler) tarafından Lahey’deki Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne Erdoğan hükümeti hakkında yapılan başvuruya da özel bir paragraf ayrılmış olması dikkat çekici. Bu kadar prestijli bir raporun Uluslararası Ceza Mahkemesi savcıları tarafından göz ardı edilmesi mümkün değil.
Bir zamanlar Avrupa Konseyi’nin kurucu üyelerinden biri olmanın haklı gururunu taşıyan ülkemiz, son 6 yılda, 46 üyeli Konsey tarihinde ihlal prosedürüne konu olan ikinci ülke olma ünvanı dışında başka “başarılara” da imza atmış bulunuyor. Örneğin, kuvvetler ayrılığının yerle bir edilmesi nedeniyle Konsey tarihinde “izleme” statüsündeki ülkeler kategorisine geri çekilen ilk ve tek ülke ne yazık ki Türkiye. AİHM önünde derdest bulunan dosya sayısında da şampiyonluk tabii ki Türkiye’de.
Yine ilk imzacısı olmakla gurur duyduğumuz ve 2011 yılında ihtişamlı bir imza törenine ev sahipliği yaptığımız için “İstanbul Sözleşmesi” olarak anılan sözleşmeden 2021’de bir geceyarısı kararnamesiyle ayrılan ilk ve tek ülke de biziz. Yargı ve denetleme mekanizmalarındaki problemler nedeniyle Finansal Eylem Görev Gücü (FATF) tarafından “Gri liste”ye alınan tek Avrupa Konseyi ülkesi de maalesef Türkiye.
Sonuç olarak, Eylül ayında ihlal süreci hakkında Strazburg’da yaşanması muhtemel gelişmeler hakkında tahmin yürütürken, Avrupa Konseyi üyeliğimizin diğer boyutlarına dair tam bir serbest düşüş halini ifade eden bu gelişmelerin bir bütün olarak ele alınması gerekmekte. Uluslararası alanda büyüyen bu dip dalgalar karşısında hükümetin elindeki tek argüman, Terörle Mücadele Kanunu’nda değişiklik ve af söylentilerini yaymak ve bu şekilde biraz daha zaman kazanmaya çalışmanın ötesine geçmemekte.
Ukrayna ve Avrupa Göç Paktı konularındaki gelişmelere de bağlı olarak, hükümetin oyalama taktiklerine Eylül ayında ne cevap verileceği, artık Türkiye için değil, Avrupa Konseyi için bir itibar testi halini almıştır.
Makalede ifade edilen görüş ve düşünceler yazar(lar)a aittir ve FTP’nin görüş ve düşüncelerini yansıtmamaktadır.