‘Mayıs 2023 seçimleri, ülkedeki işleyiş biçimiyle, insan yapısıyla ve vazgeçmediği kültürel kalıplarıyla, cari siyasetin çöküş ilanıdır. Bunun yakın ve orta vadede ülkenin kaderine damga vuracak keskin sonuçlar üretmesi kaçınılmaz. Seçmen muhalefette mevcutla yetinme aşamasını geçti mi?’
Yunanistan’da pazar günü yapılan genel seçimlerde yaşanan ağır yenilginin ardından ana muhalefet lideri Aleksis Çipras partisi Radikal Sol İttifak’ın (SYRIZA) genel başkanlığından istifa etti. 2008’den beri partinin başındaydı. İstifa yüzde 18’e yakın oy almış olmasına rağmen geldi, üstelik Nazım’ın denenmeyenlerin denenmesi gerektiğini vurgulayan dizeleri eşliğinde.
Tsipras’ın bu onurlu tercihine yazının sonunda döneceğim. Önce travma ve trajedinin anavatanına dönüşmekte olan Türkiye’ye bakalım.
Öncesi ve sonrasıyla seçimler, Cumhuriyet’in 100’üncü yıldönümünde Pandora’nın Kutusu’nu açmış durumda. Katmanlı krizlerle sarsılan ülkenin siyasi kurumları, siyaset esnafı ve statükoya ebediyen bağımlı kılınmış toplumuyla, sırları tek tek dökülmekte. Yüzyıllık dönem acı bir final sergiliyor.
Seçim değişime kapı aralayacak diye umutlananlar, şimdi siyasetteki hızlandırılmış çürüme ve çözülme sürecini izlemekle meşgul.
Krizler derinleştikleri ölçüde güçlenen fırsatlar da sunar. Bunlar yok değil, ama gören yok. Zihinlerin tutsak – veya tembel – olduğu bir ülke, Türkiye. Muhalefetten çıkan sesler, ne yazık ki, sayıklamanın ötesine geçemiyor.
“Değişim” adı altında yılların köhnemiş ezberleri yeniden tedavülde.
Tartışma “dizileri” hep belirlenmiş bir alan ile sınırlı.
Yazılanların çoğu ortaokul kompozisyonu vasatlığında.
Erdoğan’ı merkeze alan çoklu iktidar yapısı, muhalefetin rota, strateji ve kabiliyetine dair sadece kuşku duygu dile getirdikleri için haksızca “karamsar”, “bozguncu” diye tanımlananların kaygılarını doğruladı:
Bu yapı hem “kaybetmemek”te kararlı, hem de Türkiye’yi despotik düzen içinde karanlık bir yeni yüzyıla taşımakta azimli – ve başarılı. Çünkü sistemin tüm cihazları epeydir onun elinde.
Muhalefetin bu zihniyet, davranış kalıpları ve insan yapısıyla, bundan sonra da seçmene ve genç kuşaklara ne umut, ne de gelecek sağlayacağı da – umarım -anlaşıldı.
CHP’nin başını çektiği Altılı Masa bileşenleri toplumun değişim bekleyen yarısına hüsran ve öfke karışımı yoğun bir travma yaşatmakta.
Kısmen de olsa, somut biçimde, Sol İttifak’ta da onarımı imkansız bir kırılma olduğu, Kürt seçmenin ikinci turda artan kayıtsızlığından ve yenilgi sonrasındaki “tartışma kakofonisi”nden anlaşılıyor.
2023 seçimleri, ülkedeki işleyiş biçimiyle, insan yapısıyla ve vazgeçmediği kültürel kalıplarıyla, cari siyasetin çöküş ilanıdır.
Bir yanda son on yıl içinde iyice çürüyüp yozlaşmış ve sadistçe iktidarı sahiplenmiş bir kadro var; diğer yanda ise “demokrasi” kelimesinin içini boşaltmış, asli amacının kaynakları ele geçirme ve ikbal edinme odaklı bir iktidar kavgası olduğu netleşmiş bir muhalefet.
Bunun yakın ve orta vadede ülkenin kaderine damga vuracak keskin sonuçları olacak.
İktidar partilerini ve seçmenini bir yana bırakalım. Muhalefette sıralanan partiler faşizmin konsolidasyonuna yürüyen Türkiye’de, seçmenin değişim için elinde kalan tek araç olan sandığın anlamını da, kullanım süresini de maalesef tüketmeyi başardılar.
Adeta kapış kapış paylaşılmış Meclis koltukları; coşkulu vekillik yeminleri ile Genel Kurul’a yayılma halinin iktidara tepside servis ettiği “meşruiyet argümanları” kaldı geriye. Erdoğan “ne diyorsunuz siz, bakın bu Meclis’te 15 parti var, demokrasi taş gibi” diye hem içeriyi hem de dünyayı beş yıl daha oyalayacak. Muhalefet de parlamentoculuk oynayarak bu argümana bol bol su taşıyacak.
Bu hengamede şimdi “yenilgi” olgusu da sulandırılmaya çalışılmakta.“Aslında kaybetmedik” inkarı, bir süredir CHP etrafındaki kamusal tartışmayı meşgul etmekte: 52-48 farkı, en önemli vurgu konusu.
Şunun anlaşılmadığı kesin (ve anlaşılmamış gibi yapılması da ülke kültürüne özgü): Bir maç 10 farkla da, tek farkla da bitse, kazanana bakılır. Konu bu kadar basittir.
Bin dereden su getirilerek savunulan “aslında kaybetmedik, şöyle…” lafazanlığı, ve pişkinlik, siyaset kültürümüzün en kesin değişmezi olan “istifa etmeme” inadının kılıfı.
Altılı Masa’nın CHP dışındaki beş bileşeninde bir sorun yoktu. Çünkü, o partiler orantısız (ve haksız) olarak tahayyülleri ötesinde sandalyeyi kapmış, yani “aslında kazanmış”lardı.
Onlar için artık “Beş yıl Allah kerim”di; iktidar ile zaten ideoloji, milli değerler vs konularında bir ayrışma da yoktu. Gerekirse Meclis oylamalarında da, referandumlarda da birlikte oy kullanılır, hatta vakti geldiğinde Erdoğan’la iktidar da paylaşılabilirdi. Bu beş parti için Türkiye’nin faşizme savrulması bir kaygı konusu değildi ki. Onlar için, kısacası, iş bitmiş, mevzu kapanmıştı.
Aslında 2022 baharında kabul edilen Seçim Yasası’nın ittifaklarla ilgili kısmı, Erdoğan’ın makamına, ayrıca Meclis çoğunluğuna talip olan tüm muhalefet partileri için bir turnusol kağıdıydı: Ya strateji ve çözüm odaklı olarak, samimi olarak bir hedefte sonuna kadar fedakarlık gösterecekler, ya da o ittifak olanağını riyakarlıkla, niyet saklama, birbirlerini kandırarak, Meclis’e kapağı atmak için kullanacaklardı.
Hem Sağ’da, hem “merkez”de hem de Sol’da ittifak kuranlar, ikinci şıkkı seçtiler.
Bilerek ve isteyerek.
Ve olan, krizlerden bizar olmuş, değişim isteyen CHP ve HDP seçmenine oldu. Güvenmek istedikleri siyaset esnafının oyunlarına alet oldular. İzahı ne olursa olsun, büyük çoğunluğun damağında “biz neden bu sandıklara gittik” sorusunun acı tadı kaldı.
Kısacası, seçim ittifaklarını da bu siyaset esnafı kendi kişisel ve kabilesel emellerine uydurdu: Türkiye siyasetinin, ülke kültürünün ayrılmaz parçası olarak, seçmeni kalıcı bir hayal perdesiyle başbaşa bıraktığı ve bundan sonra da bırakacağı bir kez daha teyit edildi.
Ezberlenmiş bir kültürün nasıl döngüsel bir kader ürettiği, yüzünü yılda yurttaşın yüzüne tokat gibi çarpıldı.
“Kabullenmeme” hali, aslında yeni değil. Son 20 yıl boyunca sandıkta 18 kez yenilen CHP’de her yenilgi ardından başgösteren iç tartışmaların bu kez birkaç tık daha şiddetli halini yaşıyoruz. Çünkü, sonucu çantada keklik gibi gösterilen, “varoluşsal” bir seçim kaybedildi.
Bu bariz hezimete rağmen sadece liderlik değil, birtakım gazeteciler ve kanaatçiler de bir süredir makul eleştirilere dahi “muhalefeti dizayn çabaları” etiketini yapıştırmakla meşguller. Öyle ya, her şey halının altına süpürülmeli. Ve, kaybedileceği kesin olarak bilindiği halde, şimdi kamuoyu 2024 yerel seçimlerine doğru benzer bir umut pompalamasıyla oyalanmalı.
Tartışma yine de sürüyor. Peki, çerçevesi doğru mu?
Nereye kulak verirsek verelim, tüm söylemin ve kompozisyonların, “CHP nasıl değişir?” önkabulü ile sınırlı kaldığı açık.
Tartışmanın kısırlığını vurgulayan bir diğer nokta, lider eksikliği. İçerde belli bir çıkar kliğinin desteğini sağlamış bir parti başkanı, ve karşısında, siyaset yasağı ile yüzyüze, parti içinde zeminini kuramamış bir belediye başkanı.
Ve en önemlisi, Erdoğan’ın göz diktiği İstanbul seçimleri için gerekli olan ittifak da artık namevcut. Ayrıca sütten iyice ağzı yanan HDP seçmeninin tek başına seçime girse bile CHP’ye destek vermeyeceği de açık.
Yani, yerel seçimlerde İstanbul’u da kaybedecek CHP.
2002’den beri önce Baykal, sonra da Kılıçdaroğlu liderliğinde seçmene sadece yenilgiler ve üzüntüler sunmanın ötesine geçememiş, oyu yüzde 25’i aşamamış CHP’nin bundan sonra iktidar yarışından farklı sonuç alacağına dair elde ne gibi bir veri var?
Başka bir soru ile: CHP’nin “müzmin kaybeden” ve “seçmene vakit ve umut kaybettiren” bir yapı olduğunun anlaşılması için daha kaç kez seçim kaybetmesi gerekiyor?
Üç? Yedi? Oniki?
Konuşulmayan ve “kutu dışına çıkılarak” açıkça konuşulması gerekenler de bu noktada başlıyor.
Büyük krizler büyük kırılmalar üretir, ve “yeni” olanı doğururlar. CHP’nin sınırları tescil edildi. Bu parti “Cumhuriyet yadigarı”olarak mutlaka varlık sürdürebilir. Ama belli ki, motor gücü yetmiyor, yönetilemiyor; hiziplerinin çıkar amaçlı mücadele alanı olarak, tabir caizse, “kendi kuyruğunu kovalamaya devam edecek”.
Peki, mevcut şartlar ne olursa olsun, merkez solda yeni bir lider ve yeni bir partinin zamanı geldi mi?
Gelmiş olabilir. Ekonomik krizin ülkeyi çok daha karanlık bir çıkmaza, kargaşaya ve arayışa sürükleyeceği kesin gibi görünüyor. Öte yandan Erdoğan ülkeyi gitgide muhafazakarlaşan bir çizgide, sayıları sekizi bulan sağ partileri kurgulayarak koalisyonlarla yönetmeyi deneyecek.
Peki, Türkiye’de eşitlik ve özgürlük vaat eden, dışa açık modern sosyal demokrat bir hareket çıkamaz mı?
Krizlerin, çürümüş siyasi parti statükosunu nasıl kırdığına dair iki örnek var önümüzde.
Bunlardan biri Yunanistan. 2009’da ekonomik krize girdiğinde, ülkeyi o zamana kadar toplam 20 yıl yönetmiş merkez sol PASOK, yüzde 44 oya sahipti. Krizin faturası partiye çıktı. 2012 seçimlerinde PASOK ile sağ partiler, karşılarında ağzı laf yapan yeni bir lideri (Alexis Çipras) ve yeni bir partiyi buldular – Syriza. 2007 seçimlerinde sol ittifak bileşeni olarak yüzde 5 oy almış olan Syriza, 2012’de yüzde 27’ye fırladı, 2015 seçimlerinde yüzde 36.3 ile iktidara geldi. Bu arada, cunta sonrası modern Yunanistan’ın kurucu partisi olan PASOK’la ilgili olarak pek az kişi “değişim” tartışmalarına girdi. Parti metruk bir yapıya döndü. Ancak şimdi, on yıl sonra kendisine gelmiş durumda.
Yunanistan uzak diyorsanız, bizden örnek vereyim: AKP. Hatırlayın, 1990’lı yılların sonunda patlayan kriz, şimdiki gibi siyasi partilerin ve çürümüş siyaset esnafının kriziydi. Necmettin Erbakan’ın olanca hakimiyetine ve direnişe rağmen, parti liderliğinin “değişmezliği”ne isyan eden bir “yenilikçi” grup (Erdoğan, Arınç, Gül, Şahin…) gergin bir Fazilet Partisi kongresini kaybedince durmadı, ve birkaç ay içinde, 2001’in Ağustos ayında yeni bir parti kurdu.
Bir yıl sonra da bu parti, AKP, seçimlerde yüzde 35’e yakın oy alarak Meclis’te çoğunluğu aldı ve tek parti hükümetleri dönemi başladı.
Bazen zor olan gereklidir, onu mümkün kılmak gerekebilir. CHP’de yaşanan, sonu gelmek bilmeyen bir kısır döngü. Şimdi şunu biliyoruz: Ekrem İmamoğlu, İBB seçimine aday olduğu anda siyaset yasağı yiyeceğini biliyor. Uzun soluklu bir mücadele tasarladığı anlaşılıyor ve bu yüzden Kılıçdaroğlu’nun parti başkanlığını kendisine bırakmasını istiyor.
Bu tartışmalardan bir sonuç çıkmayacağı şimdiden belli.
Zamana yayılacak, sonu da belli olan bu tartışma parti nomenklatura’sına, maaşlı milletvekillerinin umrunda olmuyor olabilir.
Ama olan, ona bel bağlamış seçmene ve daha önemlisi, siyasette asimetrinin had safhaya çıktığı, tam teşekküllü faşizmin tahkim aşamasına geçmiş Türkiye’ye olacak.
Makalede ifade edilen görüş ve düşünceler yazar(lar)a aittir ve FTP’nin görüş ve düşüncelerini yansıtmamaktadır.