Toplumun yüzde 58’i mevcut düzende, düzen ve tutarlılığın önemli ve yenilikten daha ön planda olduğunu, yüzde 77’si de toplumda düzen ve tutarlılığın önemli olması, yenilikten daha ön planda tutulması gerektiğini düşünüyor. Bu veri, toplumun beraberinde belirsizlikler getirdiği için yeniliklerden çekindiğini, buna karşılık mevcut düzeni korumayı ve devamlılığı sağlamayı daha önemli bulduğunu ortaya koyuyor.
Toplumun yüzde 54’ü Türkiye’de insanların hayatlarının düzenli olmadığını ve başlarına beklenmedik bir olay gelebileceğini düşünüyor. Aksine toplumda bir düzen olduğunu ve beklenmeyen şeyler olmayacağını düşünenlerin oranı yalnızca yüzde 28.
Buna karşılık, toplumun yüzde 79’luk bölümü toplumda insanların hayatlarının düzenli olması gerektiğini ve başlarına pek beklenmedik olay gelmemesi gerektiğini düşünüyor.
Demek ki Türkiye’de insanlar gündelik hayatlarının bir düzen içinde yürüdüğünü düşünmüyor, başlarına her an beklenmedik bir iş gelebileceğinden endişe ediyorlar. Öte yandan düzenli bir yaşam ve beklenmedik olaylara ilişkin endişelerden kurtulmak istiyorlar.
Bu veriler bir arada okunduğunda, gündelik hayata bir belirsizlik hissinin hakim olduğu ortaya çıkıyor. Belli ki insanların büyük bir çoğunluğu gün içinde neler olacağını ve başlarına nelerin geleceğini önceden kestiremiyor.
Başka bir açıdan bakalım: Toplumun yüzde 44’ü ahlaki standartların net olduğunu düşünürken, yüzde 35’i tam aksi yönde görüş bildiriyor. Buna karşılık, toplumun yüzde 86’sı ahlaki standartların çok net olması gerektiğini söylüyor.
Bir başka deyişle, Türkiye toplumu toplumsal hayatın akışı ve insanların davranışları üzerinde belirleyici etkisi olan ahlaki standartların açık ve net olmasını, bu konuda belirsizlikten uzak olmayı arzuluyor, ama öte yandan da ahlaki standartların net olmadığını düşünenler toplumun yarıdan fazlası.
Ahlaki standartlar, kurumlar, kurallar konusunda olması gerekenle olan durum arasındaki büyük boşluk, ortak alanı düzenleyecek devlet mekanizmalarına ve hukuka güvensizlik doğal olarak toplumu bireysel alanlara sığınmaya yönlendiriyor. Bu da ortak hayattan, yurttaş olmaktan vazgeçmeye rıza göstermesine neden oluyor.
Hayat sokaktan, ortak alandan haneye çekiliyor, yenilikler, değişiklikler tedirgin edici bulunuyor, ‘icat çıkarma’ diye bir veciz söz kabulleniliyor. Çözülemeyen her sorun önce gerilim üreten bir jeotermal kaynak gibi çalışmaya ve kutuplaşmayı beslemeye başlıyor. Kutuplaşma yanı sıra devlete, kamu gücüne ve düzene sığınma arzusunu körüklüyor.
Sonuçta geldiğimiz yer bireysel hayatlarında bencilleşen, bireysel sorunlarının çözümü için savruk, lümpen, cüretkar bir gayreti çoğaltırken ortak hayatta yurttaş olmaktan vazgeçen, ortak hayatın sorunları için devlete ve düzene sığınan bir topluma dönüşmek.
Bu durum bireylerin ortak yaşama dâhil ve müdahil olma arzusunu eksiltirken; tedirginliği ve ikircikliliği besliyor. Toplum ikirciklilik yüzünden, özgürlük-güvenlik ikilemine sıkışıyor. Kendini güvende hissetme, güvenli alanlar yaratma ihtiyacı artıyor.
Bu ihtiyaç teknolojiden devlet politikalarına kadar hem bireysel hem de ülke hayatı bakımından bir dizi yeni alan açıyor. Yeni açılan her alan ve uygulama ise yine aynı güvenlik-özgürlük ikilemini güçlendiriyor ve herkesin birbirinden soyutlandığı, yan yana ama birbirine değmeyen hayatlar, bir bakıma duygusal gettolaşmalar oluşuyor.
Bu toplumsal duygu haline insanlığın geldiği noktadaki tıkanıklık, küresel ve bölgesel siyasi, ekonomik ve kültürel gerilimler, yaşanan ve bölgesel savaşlara dönüşmüş yeniden bölüşüm kavgası gibi büyük hikayenin içinden bakınca olağanüstü bir dönem tanımlaması gerçekçi ve meşru görünüyor. Meseleyi olağanüstü dönem ve olağanüstü koşullar tanımlaması içinden alınca da karşımıza bu topraklardaki bir başka zihni eşik çıkıyor.
Olağanüstü koşullar bahanesi bu topraklarda devletin, egemen gücün ve iktidarların hep kullandığı bir gerekçe oldu. Çünkü bu gerekçeye sığınılarak hep devletin yeniden yapılanması ve hatta günlük, küçük düzeltmeler bile ertelendi.
Olağanüstü koşullar gerekçesi ve devletin, iktidarların körüklediği korkular beraberce bir başka amaç için kullanıldı asıl. Toplumun olağanüstü yöntemlere razı edilmesinin politik aracı oldu bu durum.
Örneğin Kürt meselesi.
Meseleyi şöyle de tanımlamak mümkün. Kürt meselesi, Türklerin kendi haklarından vazgeçmeye razı edildiklerinin toplamıdır bir bakıma. Kürt meselesinin yarattığı olağanüstü koşullar ve tedbirler gerekçesiyle, bölünme paranoyası da kullanılarak Türkler ve tüm bir toplum nelere razı edildi?
Yönetime katılma hakkından, devletin demokratikleşmesi talebinden, insan hak ve özgürlüklerinden, düşünme ve ifade özgürlüğünden, örgütlenme özgürlüğünden kendi rızasıyla vazgeçmeye mecbur kaldı toplum.
Bu seçimde de kurulu düzen ve Erdoğan, HDP ve terör söylemine sıkıştırdığı Kürt meselesini, hatta Avrupa Birliği, Batı ile ilişkiler, Orta Doğu, Suriye gibi tüm dış politika meselelerini toplumun önüne güvenlik bakışından koydu.
27 milyon seçmenin meselelere güvenlik ve devletin bekası gözlüğünden bakmasını sağladı. Bir bakıma seçmen MHP’den Yeniden Refah’a, Hüdapar’a ve Demokratik Sol Parti’nin bir arada oluşunu bu olağanüstü koşullarda gerekli ve meşru gördü.
Örneğin darbeler.
Darbeler öncesi öyle bir ortam yaratıldı ki, toplum var olan sistemin tıkandığı, siyasetin bu tıkanmaya çözüm üretemediği gibi bizatihi nedeni olduğu, bu tıkanıklığın ürettiği paranoyaların ne denli yakın tehlike olduğu algı ve duygusuna kapıldı. Hatırlayın 12 Eylül sabahını ya da 28 Şubat dönemini, toplumun önemlice büyüklükteki kesimleri o darbelere bile razı hale gelmişti, getirilmişti.
Bu seçimde de 27 milyon seçmen siyasetin, muhalif düşüncenin, sivil toplumun, protesto hakkının, hak aramanın gereksizliğine ikna edildi. En az yarısı kadın olan 27 milyon seçmen böylesi olağanüstü dönemde kadın haklarının ahlaki kaygı parantezine alınmasına razı edildi.
Kurulu düzen itiraz istemiyor. Razı olalım istiyorlar. Siyasetten, örgütlenmekten, birbirimizle müzakere etmekten, özgürlüklerimizden vazgeçelim, sıkı düzene razı olalım istiyorlar. İlginç olan muhalefetin önemli bir kısmı da siyasetsizleşmeye razı.
Kaybedenler, kaybetmenin yolunu döşeyenler, umutları öldürenler de eleştirilmemek istiyorlar. Bir öfke seli umutların ve hayal kırıklıklarının üstüne boca ediliyor. İktidarıyla, muhalefetiyle aktörleri dinledikçe anlıyoruz ki aslında yanlış yapan entelektüeller, bilim insanları, sivil toplumcular, araştırmacılarmış. Hatta seçmenlermiş.
Suçluları bulduğumuza göre gerçek sorunu konuşabiliriz belki. Farklılıklarımızla bir arada yaşamak yerine farklılıklarımız üzerinden kutuplaştık önce. Siyaset yapanı, siyasete niyetleneni, sivil toplumcusu, entelektüeli, okuyanı, çizeni bu tuzağa düştük önce. Birbirimizden korkar olduk. Ayrı hayaletler, hortlaklar, öcüler yarattık ötekileri korkutalım diye. Sonra kendimiz onlardan korkar olduk.
Kutuplaştıkça birbirimizle teması, ilişkiyi, iletişimi kestik. İçimize kapandıkça yalnızlaştık. Yalnızlaştıkça korktuk. Duvarlar ördük kendimizi, kimliğimizi, yanında olduğumuz partiyi, lideri koruyacağımızı sanarak. Ördüğümüz duvarlar kendimizi hapsetti.
Ortak geçmişi hatırlamayı, ortak geleceği hayal etmeyi reddettik. Aklımızı, yüreğimizi iktidar oyunu oynayanların, kifayetsiz muhterislerin, tetikçilerin dillerine rehin ettik.
Bu kör sokaktan çıkış var. Madem ki tüm bunlar siyasi rol dağılımındaki pozisyonlar, küçük de olsa feodal güç makamları için yapılıyor, madem ki geleceğimizi yalnızca üç beş kişinin fantezilerinin, hayallerinin, hırs ve ihtiraslarının sınırları içine teslim etmemiz isteniyor, korkulara teslim olmamız isteniyor, inadına siyaset, inadına hayat demeliyiz.
Tek tipli ve monolitik bir toplum, tek tipli sorunlar ve çözümler temelli ulus devlet modeliyle bugünün çok aktörlü, çok boyutlu, çok kimlikli hayatını yönetmek mümkün değil.
Temsili demokrasinin krizi katılımcı demokrasiyi geçişi gerektirirken, izlenen yol temsiliyeti de daraltıp, tek kişiye indirgenmeye çalışılıyor. Bu konuda bile iktidarıyla, muhalefetiyle tüm aktörlerin temsili demokrasinin verdiği imkan ve güçle katılımcılığı nasıl engellediklerini görüyoruz, ülke için gerçek hayallerinin sınırlarına tanık oluyoruz.
Mucitçiliği, tasarımcılığı, bilimi ve teknolojiyi, düşünce ve ifade özgürlüğünü güçlendirmek yerine dini referanslı ahlakçılık, güvenlik referanslı tek seslilik isteniyor. Dünyaya entegre olmak değil içe kapanmak kutsallaştırılıyor, bölünme paranoyası güçlendiriliyor. Müzakere değil, tek seslilik ve uslu yurttaşlar olmamız, siyasetten uzak durmamız isteniyor. O nedenle inadına siyasi bir çıkış yolu bulmak zorundayız.
Dış dinamiklerden, kriz beklentilerinden beslenen fırsatçı arayışlar, her siyasi akımdan birkaç isimle yapılacak kolaj listeler, karizmatik lider arayışları, reklamcı diliyle yazılacak gerçekten ırak hikayeler, eski tek tipli toplum ve ulus devlet modelinin yeni dilden savunuları, korku ve itiraz politikaları… Bunlarla olmadığını bir kez daha gördük, yaşadık.
Her bir farklılığın ihtiyaç ve taleplerini analiz etmiş, anlamış, cevap üretmiş bir harekete ihtiyaç var. Kimlikleri ve farklılıkları yok saymayan ama bir arada yaşamı savunan, devleti yeniden yapılandırırken yerinden yönetimi inşa etmeyi vaat eden, hukuku ve yargıyı yeniden yapılandırmayı tasarlayan bir harekete ihtiyaç var. Kalkınmayla toplumsal dönüşümü, yerelleşirken küreselleşmeyi ve demokratikleşmeyi bir arada savunan bir programa ihtiyaç var. Toplumun önüne yarın sabaha dair bir ütopyayı koyabilen, ütopyasının ateşi kimlikleri yarabilecek, aşabilecek bir demokrasi hareketine ihtiyaç var.
Türkiye’nin yeni siyasetçileri, genç entelektüelleri öncelikle topluma güvenmeyi ve sonra da toplumun taleplerini ciddiye almayı başarabilirlerse böylesi bir hareket doğabilir.
Halbuki seçimin ardından değişim tartışmalarının gündeminde böyle bir bakış açısı ve arayış yok. Kimse kendi ütopyasını anlatmak derdinde değil. Tabii eğer varsa. Tartışma aktörler üzerinden yürüyor. O nedenle kimse mesele üzerinden, bu sürecin sonundaki ülke hayalinden beslenerek konuşmuyor.
Sürekli olarak her meselede aynı seçime, aynı sınava zorlanıyoruz, geleceğimiz için siyasetçilerin keyfiliğine, hak ve özgürlüklerimiz için kurulu düzenin sınırlarına, kısıtlarına razı olmak. Ya da olmamak ve yeni bir siyaset üretmeye çalışmak.
Karar bizim, karar 27 milyonun da 25 milyonun da.
Bu yazı, Gazete Oksijen’den kısaltılarak aktarıldı. Tamamına buradan ulaşılabilir.
Makalede ifade edilen görüş ve düşünceler yazar(lar)a aittir ve FTP’nin görüş ve düşüncelerini yansıtmamaktadır.