Türkiye’de siyasi iktidarın iktidarını “kullanırken” aşka gelip “kötüye kullanması”, yani “istimal”i “suiistimal” haline getirmesi alışık olmadığımız bir durum değildir. Bunu yapmayan bir iktidar aklıma gelmiyor.
Böyle bir yönteme başvurmanın “insancıl” bir açıklaması da her zaman bulunur. “Alışık olmadığımız durum değildir” ama AKP iktidarının eriştiği boyutlarda keyfi davranış bizim “alışık olduğumuz” boyutları da ciddi bir şekilde aştı.
Bu durum muhalefet açısından özellikle başa çıkılması güç koşullar üretiyor. Usul tanımayan, tanımadığını saklamaya da gerek duymayan bir iktidara karşı nasıl siyasi mücadele verilir?
İşte yasalara karşı hapiste tutulan insanlar… Yazıyor, söylüyorsunuz. Sen söyle, sen dinle! İktidar oralı değil. Sokağa dökülüp protesto mu edeceksin? İktidar her türlü gösteriyi “suç sayma” alışkanlığını ta ne zamandan beri edindi, uyguluyor —zaten bu da “suiistimal”in aldığı biçimlerden biri. İktidarın “pervasız” davranmakta “pervasız” olduğu alanların başında geliyor.
AKP iktidarının bu keyfi “iktidar sürme” üslubunun normal olarak bir siyasi partinin ortaya koyacağı muhalefeti bir şekilde geçersizleştirdiğini düşünüyorum. Örneğin “mecliste muhalefet” bu iktidarla birlikte anlamlı bir şey olmaktan çıktı. Soru önergesi veriyorsun, ama adamın bunu ciddiye alıp cevap vermeye niyeti yok.
Bu koşullara bakınca bir “parti yapısı içinde” muhalefet değil de “bir hareket” olarak muhalefet akla geliyor: “vaka mahallinde” bulunmayı temel alan bir etkinlik biçimi. Evet, söze başladığım andan beri söylediğim gibi iktidar gene legaliteyi çiğneyerek bastırmaya, dağıtmaya girişecek.
Buna karşılık muhalif hareketin anayasada (geçmiş anayasalarda) ve yasada tanımlanmış legaliteden hiç şaşmaması gerekiyor. Bu, çok önemli. Çünkü muhalefet, iktidarın nasıl bir yetki gaspı peşinde olduğunu göstermek, legal olanı nasıl çiğnediğini anlatmak zorunda. Bunun niçin kötü olduğunu kanıtlamak durumunda. Böyle davranışlar bugün hala bu toplumda yadırganmıyor, kabul görüyor.
Bütün dünyada popülizmin kendisi için bir avantaja dönüştürmeyi başardığı bir şey bu: “bizden” olduğuna, iradesini bizden yana kullanacağına inandığımız bir önderin –önündeki “bürokratik” engelleri kaldırarak– yolunu açacağını umduğumuz bir siyaset üslubu.
Kendi “modernleşme” tarihimizde demokrasinin egemen olduğu bir evreden geçmediğimiz için bu popülist başına buyrukluk mücadele edilmesi gerekli bir hastalık gibi görünmüyor çoğunluğa. Dolayısıyla bugünkü rejimi eleştirirken “Bu bir ‘tek adam’ rejimidir” dememiz toplumda beklediğimiz tepkiyi yaratmıyor.
“Ee, ne olmuş öyle olmuşsa?” tarzı bir tepki uyandırıyor.
Yani Cumhuriyet’in kuruluşunun yüzüncü yıldönümüne yaklaşırken, toplumca, “demokrasi mektebi”nin alt sınıflarından üst sınıflarına yükselebilmiş değiliz.
Örneğin şu son seçimlere yaklaşırken muhalefete “kazanıyoruz” yanılsamasını veren etken (ve dolayısıyla şimdi büyük bir hayal kırıklığına yol açan etken) iktidarın demokrasiye ardarda indirdiği darbeler değil, yarattığı ekonomik buhrandı. “Tek adam”ın “tek adam” olarak davranması değil, “yanlış karar verebilme” ihtimalinden “bağışık olmayan bir tek adam” olduğunun anlaşılmasıydı.
Bu demektir ki işimiz zor. Alınması gerekli daha çok ders, yürünmesi gerekli daha çok yol var. İşimiz zor ama başaracak olursak ödül de büyük olacaktır diye düşünebiliriz sanıyorum. Demokrasiyi yaşayarak öğrenmek şüphesiz iyi bir şey. Ama insanlık tarihi (birilerinin inatla inandığı gibi) yalnız “tek yol”lardan ibaret değildir.
“Yaşamayarak” öğrenmek de mümkün olmalı – yaşamadığı için öğrenmek!
Demokrasi yoksunluğunun tek sorumlusu “Jakoben” karakterli rejimler olmayabiliyor. Bunun tersi olduğunu söyleyebileceğimiz “Plebisiter” rejimler onlardan çok daha karanlık koşullar yaratabiliyor.
Türkiye, AKP ve Reisi’nin rejiminden yakasını kurtarabilirse –kurtarabildiğinde– yeterince deneyim edinmiş bir toplum olacaktır.
“Negatif” birikim… Olabilir, öylesi de olabilir – diyelim.
Bu yazı Birikim Dergisi‘nden alınmıştır.
Makalede ifade edilen görüş ve düşünceler yazar(lar)a aittir ve FTP’nin görüş ve düşüncelerini yansıtmamaktadır.