20 Temmuz’a “Barış Harekatı” demek hakikatin içini boşaltmaktan başka bir şey değildir. 20 Temmuz, Kıbrıs ülkesini coğrafi ve demografik olarak bölen gayrı-meşru şiddetin adıdır.
Ülkeye barış getirmediği gibi, Akdeniz’de açık bir yara gibi duran Kıbrıs’ın yaralarını da sarmadı.
Aksine, bu yaraları daha da derinleştirdi.
On binlerce Kıbrıslı Rum’u silah zoruyla yerinden etti. 1964’ten beri Makarios rejimine karşı Kıbrıs Cumhuriyeti içindeki konumunu korumak için mücadele eden Kıbrıslı Türkleri ise hepten statüsüzlüğe sürükledi.
1964 yılında Başpiskopos Makarios, Kıbrıslı Türklerin hak belgesi olan Kıbrıs Anayasasını “Gereklilik Doktrini” diyerek askıya aldı.
20 Temmuz, Kıbrıslı Türklerin hepten askıya kaldırılmalarının yolunu açtı.
Tanınmayan ve gayrı-meşru bir toprak parçası üstünde yaşayan bir nüfus!
Çünkü, bir ülkenin toprağının tümünü, ya da bir kısmını gayrı-meşru bir şekilde, yani şiddet kullanarak ele geçirmek uluslararası hukukun temel ilkelerine aykırıdır.
Buna bir de 20 Temmuz ruhunun yarattığı içi boş milliyetçi böbürlenmelerle uzlaşma arayışlarının önünün kesildiği eklenirse, Kıbrıslı Türklerin bugün içine sürüklendikleri durumun nedenleri daha iyi anlaşılır.
1964 ve 1974’te yaşanan hak kayıplarının ardından, 2004’te gelen başka hak kayıpları da oldu. Annan Planına zamanında (2002 sonunda ve 2003 başında) “evet” denilmediği için Kıbrıs Cumhuriyeti Avrupa Birliği’ne üye olurken AB Müktesebatı adanın kuzeyinde askıya alındı.
Yani, Kıbrıslı Türklere hak bahşeden iki temel hukuk metni (Kıbrıs Anayasası ve AB Müktesebatı) askıya alınmış durumdadır.
Hangi kapıyı çalarsak çalalım, karşımızda askıda sallanan Kıbrıs Anayasası ile AB Müktesebatını buluyoruz.
“Kıbrıs Cumhuriyeti’ndeki haklarımız” diyerek bir talebi gündeme getirdiğimizde, “evet ama Anayasa ‘Gereklilik Doktriniyle’ askıya alınmıştır” diyorlar.
AB yurttaşı olmaktan kaynaklı haklarımızı talep ettiğimizde, örneğin Erasmus+ programına katılmak istediğimizde, “evet ama AB Müktesebatı adanın kuzeyinde askıya alınmıştır” diyorlar.
Lafın özü şudur:
Kıbrıs Türk toplumu zannedildiğinden çok daha zor durumdadır.
Sevgili dostlarım Rebecca Bryant ve Mete Hatay, Kuzey Kıbrıs’ta de-facto devlet olgusunu inceledikleri kitaba “Askıdaki Egemenlik” başlığını koydular.
Ben, Kıbrıslı Türklerin de “askıda olduğunu” ileri süreceğim…
Böyle bir durumda olan bir toplum ne yapabilir veya ne yapmalıdır?
Bu soruya açık yüreklilikle cevap verebilmemiz için, öncelikle her türlü yanılsamadan uyanıp gerçekliklerimiz karşısında çırılçıplak kalmalıyız…
Bu yazı Yeni Düzen‘den alınmıştır.
Makalede ifade edilen görüş ve düşünceler yazar(lar)a aittir ve FTP’nin görüş ve düşüncelerini yansıtmamaktadır.