On yıllardır ilk kez ‘demokrasinin hali’ tartışılıyor. Başta Rusya-Ukrayna savaşı olmak üzere dünyadaki kaygı verici eğilimler, bu yüzyılın barışla mı yoksa çatışmayla mı karakterize edileceği sorusunu gündeme getirdi. Büyük değerler tehlikede. Özellikle de diktatörlüklerin ateş hattındaki, yükselen demokrasiler için.
Bu durum 20’nci yüzyılın ilk yarısı ile birçok benzerlik taşımakta. Bir yanda büyük güç kaymaları yaşanıyor: O zamanlar İngiltere ve Fransa’dan Almanya ve ABD’ye yönelmişti, şimdi ise AB ve ABD’den Çin’e. Öte yandan dünya bir dizi içinden çıkılmaz krizle uğraşıyor: O zamanlar iki dünya savaşı, İspanyol gribi, hiperenflasyon ve Büyük Buhran, şimdi ise 2008 mali krizi, COVID-19 ve Rusya’nın Ukrayna’yı işgali.
Siyasi açıdan da benzerlikler, paralellikler var. İki savaş arası dönemde Almanya, İtalya ve İspanya gibi ülkeler diktatörlüğe dönüştüler. Alman ordusu 18 yıl sonra Fransa’ya girdiğinde, 1922’deki 24 demokrasiden geriye sadece dokuzu kalmıştı. Güçlü otokratların benzer bir “rönesansı” şimdi tüm kıtalardaki ülkelerde yaşanmakta. Bir asır önce durum daha kaygı verici olsa da, demokratik istikrarsızlık ve kırılganlık yönündeki eğilim endişe verici.
Bunun güvenlik açısından ciddi sonuçları olacak. Vladimir Putin’in ‘Rusça konuşan halkları’ Büyük Rusya üniter devletinde ‘birleştirme’ hedefi veya Ukrayna’nın ‘gerçek bir ülke olmadığına’ dair ısrarı, Adolf Hitler’in ‘Büyük Almanya’ ve Polonya’nın ‘yapay’ bir yapı olduğuna dair söylemleriyle benzerlikler taşımakta. Rusya ile NATO ve Çin ile ABD arasında olası bir savaştan bahsederken, her ne kadar ihtimal dışı olsa da, tasavvur edilemez olan, artık tasavvur edilemez değil.
Ukrayna’da yaşananların sonuçları Avrupa kıtasının sınırlarının çok ötesine uzanıyor. En azından, eski ve yaygın dört varsayım yeniden değerlendirilmeli.
Bunlardan ilki, ekonomik kalkınma yoluyla ülkeler belli bir seviyeye ulaştıkça liberal ve demokratik yönetim biçimlerini de benimseyecekleri önkabulü idi. Oysa böyle bir korelasyon yok. Aksine, Suudi Arabistan, Rusya ve Çin gibi ülkelerdeki siyasi elitler artan kaynaklarını kendi iktidar pozisyonlarını güçlendirmek için kullandılar. Ticaretin doğal olarak demokrasi yanlısı olduğu görüşü Batılı liderleri gerçeklere karşı körleştirdi.
İkinci önkabul ise teknolojik ilerlemeler sayesinde demokrasilerin otokrasilere karşı avantaj sağlayacağı yönündeydi. Teknolojik iyimserlik 2011-12 Arap Baharı’nda geri döndü, ve sosyal medya sivil toplumun harekete geçirilmesinde merkezi bir rol oynadı. Yeni platformlar, televizyon ve gazeteler gibi kamunun yerleşik mecralarının ‘ilerici tamamlayıcısı’ olarak vurgulandılar.
Elbette teknolojik gelişmeler farklı şekillerde kullanılabilirdi. Diktatörlerin elinde sosyal medya bir gözetim ve kontrol kaynağı oluyor. Dünya genelinde sosyal medya diyalog ve iletişimi teşvik etmek için işe yaradıkları gibi, demokratik süreçleri manipüle etmek, tehditler yaymak ve koordineli karalama yapmak için de kullanılıyorlar.
Teknolojinin kötüye kullanımı yeni bir şey değil. Aleksandr Soljenitsyn’in ‘İlk Çember’ adlı eseri, mühendislerin bir ses tanıma makinesi üzerinde çalışmaya zorlandığı özel bir hapishane olan Sovyet şaraşka’sındaki yaşamı anlatır. Operasyonun amacı, Sovyet güvenlik servislerinin muhaliflere yönelik zulmünü pakiştirmekti. Benzer şekilde, günümüzde Çin Komünist Partisi, Batı’da geliştirilen teknolojiyi kullanarak nüfusunu kitlesel olarak gözetlemek için yüz tanıma özelliğini kullanmakta.
Üçüncü önkabul ise Batı siyasi modelinin dışarıdan askeri güçle empoze edilebilecek, dayatılacak kadar cazip olduğuydu. ABD’nin 2003’te Irak’ı işgali ve Afganistan’da geçen yirmi yıl, bu girişimlerin neden tekrarlanmaması gerektiğini gösterdi. Demokratik gelişim zaman içinde gerçekleşen bir süreç. İstikrar ve öngörülebilirlik başarı için kilit bileşenler.
Otoriter devletler ise hem kendi ülkelerinde hem de sınırlarının ötesinde demokratik sonuçları engellemek için çalışmakta. Pekin’in Haziran 2020’de Hong Kong’un siyasi kontrolünü ele geçirme ve böylece ‘tek ülke, iki sistem’ sistemini ortadan kaldırma kararı, insan hakları açısından büyük bir gerileme oldu. Hong Kong sakinlerinin daha önce sahip olduğu özgürlükler bir çırpıda baltalandı.
Bu davranış açık bir sinyaldi. Demokratik hükümetler savunmasızdır: Yerleşik haklar hızla ortadan kalkabilir. Hong Kong’da yaşananların sadece tüm bilgisayarlarda, telefonlarda ve uydularda kullanılan yarı iletkenlerin dünyadaki lider üreticisi Tayvan için değil, aynı zamanda uluslararası hukuk düzeni için de etkileri var.
Dördüncü önkabul, demokrasilerin ve demokrasi dışı ülkelerin, nasıl başarılacağı konusunda fikir birliği olmasa da, ortak çıkar ve hedeflere sahip olabileceği düşüncesine dayanıyordu. Ancak Pekin ve Moskova, ‘büyük güç’ statüleri nedeniyle bazı devletlere diğerlerinin aleyhine daha fazla ağırlık verilen revize edilmiş bir düzende ısrar etmekte. Putin’in Aralık 2021’de dünyaya sunduğu ve Ukrayna’ya karşı gerekçesi haline gelen ‘ültimatomun’ anlamı buydu.
Dünya tehlikeli bir aşamaya girmiş bulunuyor. Önceki nükleer silahsızlanma ve kontrol anlaşmaları dağılmakta. Nükleer silahlar hem otoriter devletler hem de demokrasiler için, yıkıcı bir sarmal içinde jeostratejik avantaj elde etmek için ya da algılanan bir özsavunma önlemi olarak daha önemli hale geliyor. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde Putin ve Rusya’daki medya destekçileri, Batılı ülkeleri Ukrayna ile dayanışmaktan vazgeçirmeyi amaçlayan bir tehditin uzantısı olarak ülkelerinin yıkıcı potansiyelini dünyaya tekrar tekrar hatırlattılar.
Tarihin ışığı gelecek üzerinde parlıyor. Hong Kong’un kaderi ve otoriter devletlerin davranışları, özgürlüğün ne kadar hızlı bir şekilde baskıya dönüşebileceğini hatırlatmakta. Asya’dan Avrupa’ya kadar farklı coğrafi alanlar birbiriyle bağlantılı. Ukrayna’da demokrasiye verilen destek, küresel anlamda demokrasiye verilen destektir.
Doç Martin Kragh İsveç Uluslararası İlişkiler Enstitüsü (UI) Doğu Avrupa Çalışmaları Merkezi Müdür Yardımcısı ve Uppsala Üniversitesi Rusya ve Avrasya Çalışmaları Enstitüsü’nde öğretim üyesi.
Svenska Dagbladet gazetesinde yayınlanan bu yazı, FTP tarafından Türkçe’ye çevrildi.
Makalede ifade edilen görüş ve düşünceler yazar(lar)a aittir ve FTP’nin görüş ve düşüncelerini yansıtmamaktadır.