Günlerdir Akbelen’deki ağaç kıyımını konuşuyor ülke. 8 Ağustos günü TBMM Genel Kurulu, CHP’nin Akbelen Ormanı’nda yaşananlara ilişkin genel görüşme önergesiyle olağanüstü toplandı. Siyasi parti sözcülerinin konuşmalarının ardından genel görüşme önergeleri iktidar partileri milletvekillerinin oylarıyla reddedildi.
Meclis’teki görüşmelerde Ak Parti adına konuşan ve bir önceki Enerji Bakanı olan Fatih Dönmez demiş ki; “Asıl derdiniz yeşil değil; yeni bir Gezi çıkartabilir miyiz? Yeşilden nasıl anladığınızı Gezi Parkı eylemlerinde gördük. Açık açık, ‘Mesele ağaç değil, sen hâlâ anlamadın mı?’ diyerek vatandaşları isyana teşvik ettiniz. Derdinizin yeşil olmadığını gayet iyi biliyoruz…”
Kusura bakmasın, eski enerji bakanı meseleyi, itirazları hiç mi hiç anlamamış. Mesele hem yeşil hem de siyasi, daha açığı mesele yaşamı, geleceği, ülkeyi, insanlığı, yerküreyi savunmak. Eski bakan meseleyi böyle koyunca, karşıtları da meseleyi “derdiniz enerji değil bir şirketi, yağmayı savunmak” şekline indirger. Bu iki indirgeme de sorunlu, eksik, yanlış. Çünkü sloganların şehvetine kapılmadan konuşmamız, tartışmamız gereken toplumsal esenliğimiz, refahımız, toplumsal bekamız, yerküreyle uyum meselelerimiz.
Akbelen’de ne oldu? Bir şirkete ait elektrik santraline kömür sağlamak amacıyla açılacak ocaklar için ağaç kesimine başlandı. Köylüler, ‘ağaçlar kesiliyor’ diyerek nöbete başladı, ardından önce yeşil aktivistler ve ardından da toplumun muhalif kesimi sesini yükseltti. Santral işçilerinin bir kısmı protestolara “Dışarıdan gelenler alın terimiz üzerinden şov yapıyor” diyerek karşı çıktı. Bir kısım uzmanlar da “Kamu yararı var, santral Ege elektriğinin yüzde 62’sini karşılıyor, üretimin devamı için bu kömüre ihtiyaç var” dedi.
İktidar her zamanki gibi protestoları marjinalleştirmeyi, kriminalize etmeyi tercih etti. CHP her zamanki gibi yaşananların ardından, yaşananlara alt yazı koymak babından Meclis’e önerge verdi. Bakarsak, herkes alışılmış kalıplarıyla, alışılmış görevlerini yerine getirdi.
Ama mesele bundan ibaret değil elbette. Yerkürenin ritm değişikliğinin ürettiği sorunlar yalnızca ülkemizin değil insanlığın geleceğini tehdit ediyor. Bilim insanları yeryüzü sıcaklığının önümüzdeki 10 yıl içerisinde 1.5 derece artacağını hesaplıyor. İklim değişikliğinin etkisi sıcaklıklardaki artıştan ibaret değil. Kuraklık, seller, şiddetli kasırgalar gibi aşırı hava olaylarının sıklığı ve etkisinde artış, okyanus ve deniz suyu seviyelerinde yükselme, buzulların erimesi gibi etkenler sonucunda bitkiler, hayvanlar ve ekosistemler risk altında.
Doğal olarak insan yaşamı risk altında. Bu sorunun kaynağı sanayi toplumunun üretim ve tüketim modeli. Kaynakları sonsuzmuş gibi varsayan standart ve ölçeğe dayalı endüstriyel üretim ve bundan beslenen tüketim biçimi. İnsanlık olarak şimdi anladık ki ne kaynaklar sonsuz ne de yerkürenin ritmi sabit.
Böyle bir küresel mesele ve felakete karşı küresel politikalar, kurumlar ve otorite gerekiyor ama ne yazık ki temennileri içeren anlaşma metinleri, protokoller dışında bir şey yok elimizde. Buna karşılık hala ve her şeye karşın gıdaya, suya, istihdama, eğitime, sağlıklı yaşama ulaşmak için tüm risklerini göze alarak endüstriyel üretime razı olmak durumunda olan yoksul ülkeler var. Öte yandan aynı yoksul ülkeler mevcut durumda iklim değişikliğinin ürettiği sorunlardan en çok etkilenen ülkeler.
Su Politikaları Derneği “Toprak ve su yoksa hayat da yok” diye çığlık atıyor her gün. Dernek Başkanı Dursun Yıldız’a göre; “Daha fazla tüketmenin dayanılmaz hafifliğiyle insanoğlu doğal dengenin sınırlarını zorlamaya başladı. Bu da doğal çevrimleri riske sokuyor. Çölleşme ve kuraklık da doğal dengenin bozulmasının sonuçlarından biri olarak ortaya çıkıyor… Uzmanlar çölleşme ve kuraklığın 10 yıl içinde 50 milyon kişiyi göçe zorlayabileceğini ileri sürüyor.
Gıda ihtiyacımızın yüzde 95’ini topraktan karşılıyoruz. Birçok araştırmada tarım yapılabilir 50 cm’lik bir toprağın oluşma sürecinin yaklaşık 20 bin yılı bulduğu söyleniyor. Elimizdeki bu değerin kıymetini maalesef tam olarak bilmiyor ve yeterince koruyamıyoruz.
Bugün 783 bin kilometrekarelik ülkemizin yaklaşık yüzde 80’i tarım ve orman alanıdır. Bilindiği gibi, su zengini bir ülke değiliz. Kurak bir coğrafyada yaşıyoruz. Çölleşme hassasiyet haritamıza göre, sahip olduğu iklim ve topoğrafya şartlarına bağlı olarak, ülkemizin yaklaşık dörtte biri (yüzde 22.5’i) yüksek çölleşme riski altında.
Ülkemizdeki toprak kaybında yüzde 84 oranında topoğrafya ve bitki örtüsü etkili. Yer değiştiren toprağın yüzde 40’ı tarım toprağı. Ayrıca ülkemizin de içinde bulunduğu Akdeniz havzası iklim değişikliğinden en çok etkilenecek bölgeler arasında.”
Bilimsel çalışmalar son 250 yılda doğadaki 600’e yakın bitki türünün neslinin tükendiğini gösteriyor. Bilimsel raporlardaki veriler doğada yok olan bitki ve canlı türlerinin sayısının bugün var olanların iki katı olduğunu söylüyor. Bitkilerin nesli beklenenden 500 kat daha hızlı tükeniyor. Bu türlerin yok oluşunun en büyük nedeni doğal yaşam alanlarının yok edilmesi. Birleşmiş Milletler’in raporuna göre bir milyon hayvan ve bitki türünün nesli tükenme tehlikesiyle karşı karşıya.
İktidarda ve entelektüel destekçilerinde Türkiye’de iklim krizi ile mücadelenin gelir kaybına neden olacağı ve kalkınma hedefleriyle çelişeceği kanısı yaygın. Bu ideolojik ve siyasi bir tercih olabilir elbette. Oysa bilimsel çalışmalar ve ilgili sivil toplum kuruluşlarının çalışmaları Türkiye’nin enerjide yenilenebilir kaynaklara geçişinin, tarım ve sanayide yerküreyle ve coğrafyayla uyumlu tarım ve sanayi politikalarının ulusal ekonomik gelirde yüksek bir artış sağlayabileceğini gösteriyor.
Ezberlerden hareketle ülke ekonomisi ve sanayi için tehdit gibi görünse de bu tartışmalar, Akbelen kıyımına karşı çıkışların beslendiği bilimsel çalışmalar Türkiye için yeni bir ekonomik kalkınma ve yeşil dönüşüm stratejisinin mümkün olduğunu gösteriyor.
Yeni bir strateji oluşturabilmenin başlangıç noktası ise zihni ve duygusal ambargolardan kurtularak düşünebilmek. İktidar kanadının meseleyi kriminalize edişinin ardındaki siyasi ve ideolojik gerekçelerin yanı sıra psikolojiye dair en önemli ipucunu Tarık Çelenk’in Politikyol’daki yazısından öğreniyoruz. “Küresel ısınmaya ilişkin ise uluslararası yaptırımlara karşı duruşu, adeta milli bir onur olarak varsayan taşralı ve komplocu ‘aydınlarımızın’ sayısı da aramızda az değil. Küresel hızlı iklim değişikliğinin çok değil 20 yıl sonra nasıl bir distopik dünyaya bizleri sürüklediği de pek mahallelinin umurunda değil. … Akbelen ve Kazdağı konusunda yokladığım mahalleli dostlar ise yaşanan çevre yıkımını değil de bu konuyu gündeme getiren solcu aydınların çelişkileri üzerine odaklanmaktalar.”
Hep düşünmüşümdür, mahalleli neden çevre eylemlerine soğuk ve mesafeli yaklaşır diye. Çevrecilik genellikle sol protestoculuk ve LGBT eylemleriyle karıştırılmakta. Muhtemelen bu işin içinde iş var, konu çevre değil, devlete karşı iç veya dış bir komplo var diye bakılmakta. Ama tabii ki bu arada çevre de talan edilmiş olmakta.
Bu yazı Gazete Oksijen‘den kısaltılarak aktarıldı.
Makalede ifade edilen görüş ve düşünceler yazar(lar)a aittir ve FTP’nin görüş ve düşüncelerini yansıtmamaktadır.