2013 yılında İstanbul, Erdoğan yönetimine karşı büyük gösterilerle sarsılmıştı; Erdoğan, Arap Baharı tipi bir hareketin Türkiye’yi yutacağından ve onu süpüreceğinden endişe etti.
Ardından, Temmuz 2016’da Erdoğan bir darbe girişimiyle karşı karşıya kaldı; bu girişimin ABD merkezli eski bir yakın müttefik ve dini lider olan Fethullah Gülen tarafından yönetildiğini iddia etti. Darbe başarısız olduktan sonra Erdoğan Türkiye ordusunda, üniversitelerinde ve diğer kurumlarında benzeri görülmemiş bir tasfiye dalgası üretmek için bunu bir bahane olarak, “Tanrı’nın lütfu” olarak nitelendirdi. Oysa bu “algılanan muhaliflerin” birçoğu Gülen’i desteklememişti. ABD’den şüphelenen Erdoğan, Washington’u darbeyi koordine etmekle suçluyordu.
Erdoğan, yerli aleyhtarlarına herhangi bir karşılık görmediği hakaretler yağdırmaya alıştı; yurtdışında aynı tepkisizliğin hep yaşanacağını varsayma eğilimindeydi. 2017’de Hollanda liderlerinin hepsinin “Nazi kalıntıları” olduğunu öne sürdü. 2020’de Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un “zihinsel tedaviye” ihtiyacı olduğunu söyledi. Yunanistan Başbakanı Kyriakos Mitsotakis’i ABD ile bir Türk silah anlaşmasını engellemeye çalışmakla suçlayan Erdoğan, Mitsotakis için “artık benim için yoktur” dedi ve görüşmeyi reddedeceğini söyledi.
ABD’nin kendine has sarsılmaz, ama makul olmayan bir varsayımı söz konusu: Ankara’nın gerçek bir müttefik olduğu. Amerikalı liderler Türkiye’yi diklenen hasım olarak görmeye alışkın değiller; bölgedeki diğer karmaşıklıklar göz önüne alındığında, şartlar onu getirse bile, öyle olabileceğini hayal etmek istemiyorlar. 1993 yılına kadar uzun süredir görev yapan bir ABD’li diplomat, ABD’nin “Türkiye’ye doğru eğilip bükülmesinin yıllar içinde iyice kurumsallaştığını” ve “Türklerin bu avantajları suiistimal ettiğini” kabul etti.
ABD’nin Erdoğan yönetimi boyunca Türkiye’ye yaklaşımında birbiriyle rekabet eden iki tema vardı. Birine göre, Türkiye son derece önemli bir müttefiktir. Diğerine göre ise, Türkiye’nin lideri bir joker karttır ve çok da ciddiye almaya değmez. (Buna önemli bir örnek: Erdoğan bir daha asla Yunan başbakanıyla görüşmeme sözü vermesine rağmen, Vilnius zirvesinde dostane bir toplantı yaptı.)
Genel olarak, Erdoğan Suriye’nin işlerine müdahil olup IŞİD’e karşı mücadeleyi baltaladığında Washington “tavana baktı”. Çok az kişi bunu kabul edecektir, ancak ABD’nin Türkiye’ye yönelik stratejisinin yüzeyinin altında belli ölçülerde bir küçümseme yatıyor, düşük beklentilere dayanan yumuşak bir darkafalılık.
Yakın zamana kadar, bu biraz üstünlükçü yaklaşım Erdoğan’ın ekmeğine yağ sürdü. Erdoğan, ABD’nin gücüyle alay etse bile ABD ve NATO desteğini çantada keklik görüyor. NATO üyeliği, Türkiye’ye başka hiçbir Orta Doğu ülkesinin iddia edemeyeceği silahlar, diplomatik destek ve prestij sağlıyor.
Ancak 2010’ların sonlarında ABD-Türkiye ilişkileri hızla yeni bir krize doğru sürüklendi.
Diğer birçok ABD müttefiki gibi, Türkiye de ABD’nin beşinci nesil gizli avcı uçağı F-35’i satın almak için sıraya girmişti. Yüz kadar uçak satın almayı umuyordu. Türkiye’ye ve endüstrilerine olan güvenin göstergesi olarak Washington olumlu bir anlaşma yaptı: Türk havacılık endüstrilerinin milyarlarca dolarlık potansiyel ihracat gelirleri ile gövdeler de dahil olmak üzere bir dizi F-35 parçası üretmesi planlanıyordu. ABD, Türkiye’nin diğer F-35 müşterileri için bir bakım merkezi olarak hizmet vermesine de izin verecekti.
Ancak anlaşma, 2017’de Erdoğan’ın Rusya’nın S-400 mobil karadan havaya füze sistemini satın almak için Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile 2,5 milyar dolarlık bir anlaşma yapmasıyla kargaşaya sürüklendi.
ABD, Türkiye’yi Rusya’dan satın almaya devam ederse F-35 programından tamamen çıkartacağı konusunda akla gelebilecek her şekilde uyardı. Çünkü S-400 füze sisteminin NATO sistemlerine entegre edilmesi F-35’in hassas teknolojilerini tehlikeye atacaktı. Ve ABD Kongresi, Rusya ile silah anlaşmasını tamamlaması halinde Türkiye’ye yaptırım çağrısında bulunan bir kararı kabul etti.
Erdoğan’ın geçmişteki gerilim tırmandırma taktikleri göz önüne alındığında bile S-400 anlaşmasındaki ısrarı gözlemcileri şaşkına çevirdi. Tipik olarak Erdoğan hareketini haklı çıkartmaya yöneldi ve ABD’nin Türkiye’ye eşdeğer füze sistemi Patriot’u satmayı haksız yere reddettiğini iddia ederek argümanları tersyüz etti. Washington’un tehditlerinin boş olduğuna inanıyordu. Ama yanılmıştı. 2019’da S-400’ler geldikten sonra ABD, Türkiye’yi gürültüsüz bir şekilde F-35 programından çıkardı ve yaptırımlar uyguladı.
S-400’ler şimdi depoda, çünkü Türkiye hükümeti onları konuşlandırmanın Washington ile ilişkileri iyice bozacağını anladı. Füze sistemine 2,5 milyar dolar harcamanın yanı sıra, Türkiye F-35’leri satın almak için erken yaptığı harcamalarını, müstakbel ihracat gelirlerini kaybetti. Türk Hava kuvvetleri, yakındaki Yunanistan, İsrail ve Romanya da dahil olmak üzere 17 ülkeye sunulan en üst teknoloji savaş uçaklarından mahrum kalacak.
Hava kuvvetlerinin üstünlüğünü kaybetme ihtimaliyle karşı karşıya kalan Türkiye, ABD’den mevcut filosu için yeni F-16’lar satın almak ve kitlerini yükseltmek istedi. Biden yönetimi bu adımı destekliyor. Ancak Türkiye’nin Washington’daki azalan nüfuzuna bir işaret olarak, bu talep ABD’deki iki partinin de muhalefetiyle karşılaştı.
Türkiye’nin İsveç’in NATO üyeliğini durdurması ve Ege Denizi’ndeki Yunan adalarının üzerinde askeri uçuşlarını defalarca sürdürmesi ardından Kongre, ABD’de Türkiye’ye karşı bir muhalefet odağı olarak belirginleşti. Herhangi bir satış tamamlanmadan önce F-16’ların nasıl kullanılabileceğine dair daha fazla koşul eklenmesi muhtemel.
Washington için Erdoğan’ın S-400 satın alımı kırmızı çizgiyi aşmak anlamına geliyordu. Bu, Washington’un kendi güvenlik endişelerini de etkiledi. Erdoğan’ın İsveç’in NATO’ya katılımını engelleme tehditleri kısmen de olsa bir misilleme çabasıydı. Ve Vilnius’taki zirvede Erdoğan İsveç’in NATO’ya katılımını kabul ederek “beş dakika kala” beklenmedik bir şekil süreci tersine çevirdi.
Erdoğan, gerginlik politikasının, onun hakkında “paha biçilmez bir pazarlıkçı” algısını geliştireceğini ummuş olabilir. Vilnius ardından, “zekice “manevrasının Batı’dan tavizler koparmaya yaradığına dair bir hikaye anlattı. Ancak bu tavizler küçüktü ve günün sonunda Vilnius’taki sonuç, bir hezimeti temsil ediyordu. Ne kadar dikkat çekerse çeksin, Erdoğan’ın “ihtişamı” müttefiklerini ona yabancılaştırdı. İsveç’in NATO üyeliği gibi hayati bir konu üzerinde ve NATO için bu kadar önemli bir noktada uluslararası alanda bu kadar gürültü patırtı yaratmak onu daha da küçülttü.
ABD, sürtüşmeyi ağırlaştırmak istemediği için Türkiye’ye karşı çıkmaktan korktu. Oysa Erdoğan, Washington’un dış politika başarılarını kıskandığı, LGBTQ gruplarını destekleyerek Türk ahlakını baltalamaya kararlı olduğu ve hatta Türk hükümetini devirmeye kararlı olduğu yönünde zengin bir komplocu anlatı örmüştü.
2019’da yapılan bir ankette, Türk katılımcıların yüzde 80’inden fazlası ABD’yi Türkiye için en önde gelen tehdit olarak tanımlamıştı. Türk hükümet çevrelerinden ve medyadaki müttefiklerinden kaynaklanan Amerikan karşıtı söylemlerin tamtam sesleri göz önüne alındığında bu şaşırtıcı değil: bu yılın başlarında, Türkiye İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, Amerikan yanlısı politikalar izleyen herhangi bir Türk liderinin bir “hain” olduğunu söylüyordu.
Fakat Washington’un suskunluğu, Türkiye ile ABD arasında derin bir idrak boşluğunun ve güven açığının gelişmesine yol açtı. Amerikalıların kavraması zor olabilir, ama Ankara onları sürekli düşman olarak algılıyor. ABD hangi adımları atarsa atsın, bu hamleler Türkiye tarafından ya yanlış okunma, ya da kasıtlı olarak yanlış tanıtılma eğilimindedir.
Bu arada, Amerika’nın Türkiye’ye olan güveni tüm zamanların en düşük seviyesinde. Hiçbir ABD’li yetkili, yalnızca S-400’lerin asla depodan çıkarılmayacağına dair bir söze dayanarak Türkiye’yi F-35 programına yeniden kabul etme riskini üstlenmeyecek.
Gerçekten de ABD, Türkiye’ye olan bağımlılığından korunmak için, yakında tamamlanacak olan Dedeağaç limanı da dahil olmak üzere Yunanistan’da yeni deniz ve hava altyapısına yatırım yapmaya başladı.
Daha geniş anlamda, Erdoğan’ın Türk kurumlarının güvenilirliğine ne kadar zarar verdiğini abartmak mümkün değil. İstatistikleri güvenilmez, Merkez Bankası güvenilmez ve yargı sisteminin kararları anlaşılmaktan çok uzak. Türk adalet sisteminin güvenilirlik eksikliği —özellikle Erdoğan’ın muhaliflerine dair çoğu abartılı iade taleplerine maruz kalan— müttefikleriyle olan ilişkilerini etkiliyor.
Ankara, İsveç veya ABD’nin “teröristleri” geri göndermediğinden şikayet ettiğinde, sorun sadece siyasi değil, aynı zamanda yasal bir sorun haline geliyor. Müttefikler, Türk iddianamelerinin doğruluğuna, adaletine veya Türkiye’ye iade edilen kişilere adil davranılacağına güvenemezler.
Batılı yetkililer, hayırsever iş insanı Osman Kavala ve Kürt yanlısı Halkların Demokratik Partisi’nin eski başkanı Selahattin Demirtaş davalarını endişeyle izliyor. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin onları serbest bırakmaya yönelik bağlayıcı kararlarına rağmen hapsedilmeye devam ediliyorlar, Türkiye’de sahte davaların mağduru oldular.
Türkiye’nin zayıf hukuk devleti ekonomik ilişkilerini de etkiliyor. ABD Dışişleri Bakanlığı’nın 2022 Yatırım Ortamı Kılavuzu, doğrudan yabancı yatırımın tarihsel olarak düşük seviyede olmasının nedenini “[Türk] hükümetinin hukukun üstünlüğüne olan bağlılığı hakkındaki endişelere” dayandırıyor.
Başkana “hakaret eden” insanlar hakkında on binlerce soruşturma başlatıldı ve soruşturulanlar işlerini kaybedebilir veya hapse atılabilir. (İronik olarak, bu sahte kovuşturmalar Erdoğan’ın İstanbul belediye başkanı olarak karşı karşıya kaldığı şeye benziyor.) Böylesi bariz suistimaller yatırımcıları tedirgin ediyor. Yabancılar, ticari anlaşmazlıkların ve düzenleyici konuların adil bir şekilde karara bağlanacağından emin olmazlarsa yatırım yapmayacaklar.
İşleri tersine çevirmek için Washington insiyatif almalı. ABD liderleri, ABD-Türkiye ilişkisinin onarılamayacak kadar bozulma tehlikesiyle karşı karşıya olduğuna dair endişeler hakkında dürüst olmalı. Amerika Birleşik Devletleri, eksiklikleri olsa da, ittifakın bir nedenden dolayı varolmaya devam ettiğini vurgulamalı: NATO üyeleri sadece çıkarları değil, aynı zamanda belli değerleri de paylaşırlar.
Bu da ABD’nin Türkiye ile olan ilişkisini diğer sorunlu demokrasilerle olanlardan ayırıyor. Örneğin Washington, Hindistan Başbakanı Narendra Modi gibi popülist-otoriter yöneticilerle güçlü ortaklıklar kurabilir, ancak Hindistan NATO üyesi değildir, bu nedenle beklentiler de farklıdır.
Erdoğan’ın provokasyonlarını ciddiye almak sadece onu alevlendirir ve cesaretlendirir. Amerika Birleşik Devletleri, Erdoğan’dan, hükümetinden ve müttefik basın kuruluşlarından kaynaklanan Amerikan karşıtı söylemlere şiddetle karşı koymalıdır.
Ve Türkiye’den gelen belirli davranışlara, özellikle de Suriye ve Irak’taki Amerikan yaşamlarını tehlikeye atan eylemlere tolerans göstermeyeceğini açıklığa kavuşturmalıdır.
Amerikalı liderlerin şikayetleri kesintili olmamalı: Erdoğan’ın öngörülemezliğine tutarlı bir şekilde karşılık vermeleri gerekir. Erdoğan bir çizgiyi geçtiğinde, ona verilecek bir cevap olmalı. Onun tutarsızlığı, her duruma karşı katı ve hızlı angajman kurallarının uygulanmasını gerektirmez. Ancak ABD liderleri, üst düzey yetkililerle yapılan toplantıları ve ziyaretleri iptal ederek memnuniyetsizliklerini ifade edebilirler. Örneğin, Kongre’de Türk dezenformasyon kampanyaları hakkında oturumlar düzenleyerek bir öfkenin altını çizebilirler.
ABD, Erdoğan’ın hakaretlerinin alıcı tarafında diğer müttefiklerle koordinasyondan yararlanacaktır. Washington bu sürece çoktan başladı: Dedeağaç limanının geliştirilmesi sadece bir örnek. ABD liderleri Kıbrıs’a yaklaşımlarını da kesinlikle değiştirip uzun süredir devam eden silah ambargosunu kaldırdılar ve Lefkoşa ile güvenlikle ilgili çeşitli konularda daha yakından ilişki içindeler.
Rusya’nın 2022’de Ukrayna’yı işgal etmesi, ABD-Türkiye ilişkisinde yeni ikilemler değil, aynı zamanda yeni fırsatlar da yarattı. Batı’ya derin bir güvensizlikte benzer düşünen otokratlar olan Putin ve Erdoğan, karşılıklı ihtiyaçlar için birbirlerine daha fazla yönelmeye başladılar.
Erdoğan, Türkiye’nin “Batı’nın yaptırımlarına bağlı olmadığını” savunarak Rusya’ya yönelik yaptırımlara karşı çıktı. ABD, Türkiye’nin yaptırımları kötüleme faaliyetlerine ilişkin bir miktar esneklik ve hoşgörü gösterdi. Petrol ve gaz fiyatları yükselirken, Türkiye’nin ithalat faturasını şişirirken ve cari hesabını ezerken, Türk-Rus ticareti büyüdü.
Putin, Ukrayna’nın Karadeniz üzerinden tahıl ve gübre ihraç etmesine izin veren bir buğday anlaşmasında rol oynamasına izin vererek Erdoğan’ın egosunu okşadı. Bu ihracat, ciddi gıda kıtlığı ile karşı karşıya olan gelişmekte olan ülkeler için kritik öneme sahip. Türkiye, Bayraktar insansız hava araçlarını Ukrayna’ya da sattı. Erdoğan arabuluculuk yaptığı için aldığı alkışların tadını çıkardı. Ancak bu gelişmeler, Türkiye’nin alabileceği her bir döviz için ne kadar çaresiz olduğunu da ortaya koymakta.
Erdoğan kanatları kırpılmış olarak Vilnius’tan ayrıldı ve vatana, darmadağın bir ekonomiye döndü. Özal’ın ve bir süre Erdoğan’ın yürürlüğe girdiği reformlar sayesinde Türk ekonomisi bu yüzyılın ilk yıllarında son derece iyi performans göstermişti. Doğrudan yabancı yatırım, 2000’de 1 milyar dolardan 2007’de 22 milyar dolara çıkarak rekor seviyeye ulaşmıştı.
Ancak son on yılda, hükümetin düşük faiz oranı politikası tehlikeli bir tüketim kültürünü teşvik etti. Vatandaşlar, değeri hızla düşen bir para birimini giderek daha fazla harcıyor. Tüketim çılgınlığı ithalatta patlamayı zorlayarak Türkiye’nin cari hesabına baskı yapıyor. Açığın finansmanı, Türkiye’nin yükselen risk primi sayesinde daha pahalı hale geliyor.
2021’de GSYİH’nın yüzde 21’ini oluşturan Türk imalat sektörü, artan girdi maliyetleriyle kötü bir şekilde zayıflama riski taşıyor. Bir felaketi önlemek için Türkiye, ABD’den yardım istemek için jeopolitik önemini kullanmaya çalışmak zorunda kalacak.
Türk nüfusu Amerikan yanlısı olmayabilir; Erdoğan’ın muhalifleri bile Washington hakkında şüpheler barındırıyor. Ancak Türk nüfusunun çoğu, Erdoğan’ın düzensiz otoriterliği ve ekonomik kötü yönetimi altında acı çekmekte. Yarattığı baskıcı ortama ve doğurduğu korkuya rağmen, geçtiğimiz Mayıs ayında seçmenlerin neredeyse yüzde 48’i onu görevden almayı seçti. ABD, Erdoğan’ı desteklemese de Türkiye’yi desteklediğini göstererek Türk sivil toplumunu ve muhalif siyasetçileri güçlendirme şansına sahip. Anahtar, ekonomik yardım olacaktır.
Tüm göstergeler, Türkiye’nin krizi zirveye ulaştığında, ülkenin zaten kuşatılmış olan ekonomisini mahvedeceği yönünde. Son zamanlarda Erdoğan, ekonomik strese yanıt olarak faiz oranlarını düşürmeye olan uzun süredir olan bağlılığını isteksizce terk etti. Ama Türkiye’yi bekleyen meydan okumanın büyüklüğünü kavrayıp kavramadığı hala belli değil.
Erdoğan’ın Körfez ülkelerinden yatırım çekme ve Çin ile ticareti güçlendirme girişimlerine rağmen, Türkiye tamamen Batı ekonomik sistemine dahil olmuş durumda ve öyle kalacak. Bu derin entegrasyon, Batılı güçlere Türkiye’yi daha iyi etkileme fırsatları sunuyor. Almanya, Hollanda, İsviçre, Birleşik Krallık ve Amerika Birleşik Devletleri tarihsel olarak Türkiye’nin başlıca doğrudan yabancı yatırım kaynakları olmuştur: 2021’de bunun yaklaşık üçte ikisini oluşturdular.
Batılı ülkeler Türk mal ve hizmetlerinin ana alıcısı olmaya devam ediyor. 2022 yılında Birleşik Krallık, Türkiye ihracatının yüzde 5,1’ini, Amerika Birleşik Devletleri yüzde 6,7’sini, Almanya yüzde 8,4’ünü ve 10 AB ülkesi daha yüzde 42,5’ini aldı.
Batı’ya yapılan ihracatın daha da artması, Türkiye’nin ekonomik toparlanmasının temel taşı olacak. Söz konusu ihracat ağırlıklı olarak üretimi iyi ücretli işlerin büyümesini yönlendiren sanayi malları. Ancak Türkiye, Türk ihracatına pazar erişimini genişletmek ve büyük finansal piyasalardan katılım kazanmak için devlet kurumlarını önemli ölçüde yeniden yapılandırmalı. Herhangi bir ekonomik kurtarma operasyonunda Batı ekonomilerine güvenmek zorunda kalacak; Çin, Rusya ve Orta Doğu’nun katkıda bulunacak nispeten az şeyi var.
Bir istikrar planı acı verici ama mümkün. Türkiye önemli ekonomik avantajlara sahip: Avrupa ve Orta Doğu pazarlarına yakınlığı, eğitimli ve nispeten genç işgücü ve dünyanın geri kalanıyla entegre olan deneyimli iş dünyası. Türkiye, siyasi olarak güvenilir kabul edilen ülkelerde üretim ve tedarik zincirlerini yeniden konumlandırma konusunda artan bir uygulama olan “arkadaşlık”tan yararlanmak için iyi bir konumda.
Türkiye Uluslararası Para Fonu’ndan (IMF) neredeyse kesinlikle yardım istemek zorunda kalacak. Amerika Birleşik Devletleri kaçınılmaz olarak bir IMF planının ve finansmanının ana hatlarını şekillendirmeye yardımcı olmada önemli bir rol oynayacaktır. Ancak Washington, IMF desteğini, Türk Merkez Bankası’nın özerkliğini geri kazanmak ve ekonomik istatistikler üreten finansal kurumların güvenilirliğini desteklemenin yanı sıra hukukun üstünlüğündeki iyileştirmelere şartlandırmakta ısrar etmelidir.
Türkiye’nin Rusya’dan ekonomik yardım istemesi gerekebilir ve ABD bu düzenlemelerin bir kısmına tahammül etmeli. Ancak Türkiye’nin Moskova’nın Ukrayna’ya karşı savaşına doğrudan yardımcı olan elektronik malları ihraç etmesine karşı çıkmalıdır. ABD şimdiden bazı Türk şirketlerine yaptırımları uygulamaya koydu; Türk liderler bu tür ihracatı kısıtlayacaklarını söylediler.
Bununla birlikte, Ukrayna savaşı muhtemelen devam edecek, Putin üzerindeki baskıyı artıracak ve parçalara olan ihtiyacını yoğunlaştıracaktır. Bu Temmuz ayında Putin, Türkiye’nin aracı olduğu buğday anlaşmasını askıya aldı. Hem Washington hem de Ankara için bu gelecekte Rusya ile ilişkilerin nasıl daha iyi koordine edileceğine dair tartışma başlatmak için bir fırsat.
Onlarca yıldır iktidarda kalan birçok maksimalist lider gibi, Erdoğan da etrafını dalkavuklarla kuşattı; çoğu insanın onu övmekten başka seçeneğinin olmadığu bir “medya yankı odası” yarattı. Bazen yanılmaz olduğunu hayal ediyor olabilir. Ama bir ideolog olmasına rağmen Erdoğan da pragmatist. Hayatta kalmasının tehlikede olduğundan korkarsa, sevmese bile değişiklikler yapmayı kabul edecektir. Ve siyaseten ayakta kalması şimdi tehlikede.
S-400 krizi sırasında, alışılmadık bir değişimde Washington, tam olarak ne yapacağına dair verdiği sözleri takip ederek gücünü elinde tuttu. Sonuç olarak, Türkiye ile daha geniş bir şekilde etkileşim kurmanın kararlı yönteminin ne olabileceğini de gösterdi.
Ankara her seferinde tribünlere oynayamacağını, süresiz olarak müzakere edemeyeceğini bilmeli. Amerika Birleşik Devletleri ipleri eline almalı. İleriye dönük olarak, Washington sadece ne pansuman yapmalı ne de ABD-Türkiye ilişkilerinde aslında hiç varolmayana hiç var olmayan bir “altın çağı” restore etmeye çalışmamalı. Amerika Birleşik Devletleri, sağlam ve tutarlı bir şekilde hareket ederek yeni bir tür ilişki kurabilir: İtalya veya Portekiz ile sahip olduğu ilişkiye çok daha çok benzeyen normal bir ilişki. Bu şansı değerlendirme zamanı.
Foreign Affairs’ten alınan bu yazı FTP tarafından çevrildi, iki bölüm halinde yayınlıyoruz.
Makalede ifade edilen görüş ve düşünceler yazar(lar)a aittir ve FTP’nin görüş ve düşüncelerini yansıtmamaktadır.