Temmuz ayında NATO’nun Vilnius’taki yıllık zirvesi sırasında Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan beklenmedik bir şekilde İsveç’in ittifaka katılma teklifine yeşil ışık yaktı. Bu hareket, bireysel liderlerin nadiren bir zirvede elde ettiği ölçüde kutlama ve övgülere neden oldu. ABD Başkanı Joe Biden, Erdoğan’ın “cesaretini, liderliğini ve diplomasisini” alkışladı. NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg, “bu tarihi bir gün” dedi.
Vilnius, Türkiye ile Batı arasında, ve özellikle Türkiye ile ABD arasındaki cesaret kırıcı sürtüşme sürecinde, anlık bir molaydı. ABD-Türkiye ortaklığı artık NATO ittifakı içindeki en çekişmeli ilişki gibi görünmekte. Erdoğan’ın İsveç’in katılımını engelleme teklifi, kısmen, Türkiye’yi bir Rus hava savunma sistemi satın aldığı için cezalandırması ardından Washington’a misillemesiydi.
Beş yıldır süren bu anlaşmazlık, ABD-Türkiye ilişkileri tarihindeki en ciddi çatışmalardan birine dönüştü, güvensizliği derinleştirdi ve suçlamalara neden oldu.
Türkiye, yükselen enflasyon, mülteci akını ve yıkıcı bir depremin artçı etkileri gibi iç sorunlar altında çökmekte. Mayıs ayındaki cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde Erdoğan, ülkenin sorunlarını, özellikle de yaklaşmakta olan ekonomik krizi Washington’un kapısının önüne koymayı seçti: Türklere, kendisine oy vererek aslında “ABD’ye bir ders vereceklerini” söyledi.
Politika üreticileri, Erdoğan’ın İsveç’in NATO’ya katılımına nihai desteğinin “kategorik değişimi” temsil ettiğini beklememeli. Vilnius öncesindeki kaos ve Erdoğan’ın Batı karşıtı seçim söylemi, onlarca yıldır ABD-Türkiye ilişkisini karakterize eden karışık sinyaller, iletişimsizlik ve güvensizliğin uzun yolundaki en son virajları simgeliyor.
Eski bir üst düzey Dışişleri Bakanlığı yetkilisi olan George Harris’in, 1972’de yayınladığı Troubled Alliance: Turkish-American Problems in Historical Perspective kitabında tanımladığı temel dinamikler hâlâ capcanlı.
Ancak ilişkiyi onarmaya yönelik bir rapor ve öneri selinin tüm çabalarına rağmen, ABD ve Türk vatandaşları arasındaki bir zamanlar yakın olan bağlar istikrarlı bir şekilde bozulmaya devam ediyor. Gerçekten de, bu bağlar o kadar zayıfladılar ki, gerçek ya da hayali bir başka büyük kriz ABD-Türkiye ilişkilerine her iki ülkenin de tersine çeviremeyeceği türden bir zarar verebilir.
Amerika Birleşik Devletleri tamamen yeni bir yaklaşım benimsemek zorunda. Sıfırdan başlama (reset), Washington’un Ankara ile ilgili “varsayılan modunu” belirlemesinden bu yana Türkiye’nin ne kadar çok değiştiğini anlamakla başlamalı. Washington, Ankara’nın “normal” bir müttefik olduğuna dair değiştirilmesi zor bir algıya sahip. Karşısına çıkan kanıtlar ne kadar çelişkili olursa olsun, sanki herşey hayal edilen gerçeğe uygunmuş gibi bir kendini kandırma söz konusu. Washington ortaya çıkan ihtilafların genellikle önemsiz olduğunu iddia edip durarak kamusal ihtilaflardan kaçınmaya çalıştı.
Mevcut ABD-Türkiye ilişikleri en iyimser bakışla “alışveriş” olarak tanımlanabilir. Ancak, Türkiye çevresindeki güvenlik ortamı değişmiş durumda, ve ABD, Erdoğan’ın şahsında Türk kimliğini ve ulusal çıkarlarını kendi vizyonunu yansıtacak şekilde yeniden inşa etmekte kararlı, alışılmadık bir popülist-otoriter liderle karşı karşıya.
Türkiye, jeopolitik ve askeri önemi, ayrıca ekonomik potansiyeli sayesinde paha biçilmez bir müttefik. Washington’un küresel stratejik hedeflerine ulaşmak için Ankara ile yakın çalışmaktan başka bir seçeneği yok ve olmayacak. Ve öngörülebilir gelecekte Washington, iki ülkenin ilişkilerinin özüne zarar verme riski taşıyan, seçili krizler yaratmaya istekli, talepkar, fiyakalı ve hareketleri öngörülemeyen bir liderle yüzleşmek zorunda kalmaya devam edecek.
Ancak, ilişkiyi önemli ölçüde değiştirmek için eşsiz bir fırsat var. Bu fırsat ilk olarak, Türkiye’nin Rus hava savunma sistemini satın alması ardından, ikili ortaklık yeni bir baskı altına girdiğinde açıldı. ABD liderleri, Bu olay boyunca, NATO’yu baltalayacak hamleler pahasına, Türk hükümetini alışılmadık bir şekilde cezalandırarak yerleşik angajman kalıplarını kırdılar.
İşte şimdi Washington’un bu istisnayı bir kural haline getirme zamanı. Erdoğan Batı’yı kışkırttığı zamanlarda Washington, tipik biçimde güçlü bir mukabelenin provokasyonları meşrulaştıracağından endişe etti. Bu ciddi bir yanılgıdır. ABD bunun yerine Erdoğan’ın kışkırtıcı öngörülemezliğini tutarlılık ve kararlılıkla karşılamalıdır.
Paradoksal olarak, bu yaklaşım —içi boş bir normallik iddiası değil— vazgeçilmez bir müttefikle olağan ve güvenilir bir ilişkiye giden yoldur. Ve Washington şimdi, ilişkisinin uzun vadeli geleceğini kendi avantajına şekillendirmek için özellikle elverişli bir konumda. Çünkü Erdoğan’ın gitgide tutarsızlaşan doğaçlamaları ve Türkiye ekonomisini kötü yönetmesi, sonunda onu bir köşeye sıkıştırmış gibi görünüyor.
Erdoğan sıradan bir lider değil. İktidardaki 20 yılı boyunca Türkiye’yi dönüştürdü; siyasi sistemini kendisini neredeyse tek karar verici haline getirecek şekilde kurguladı; hukukun üstünlüğünü yok etti; yargının, güvenlik hizmetlerinin, Merkez Bankası’nın ve medyanın kontrolünü ele geçirdi.
Türkiye’yi Erdoğan ile karıştırmak ve bu ülkeyle ilişkileri onun güdülerini değerlendirmeye indirgeyerek düşünmek kolay —Erdoğan’ın kendisi de bunu teşvik ediyor. Ancak Türkiye’ye yönelik başarılı bir strateji, daha geniş tarihsel zemini anlamadan geliştirilemez.
ABD’nin Ankara ile ilgili zorlukları, öncelikle Türkiye’nin güvenlik ortamının değişen doğasından kaynaklanmakta. Soğuk Savaş‘ın sona ermesinden bu yana Orta Doğu’da yeni güçlerin yükselişi ve filizlenen istikrarsızlık, küresel olarak devlet gücündeki düşüşler; göç ve yerinden edilmede yaşanan keskin artışlar, küresel uyuşturucu ticaretinin büyümesi ve savaş teknolojilerindeki değişiklikler gibi karmaşık ikilemlerin ortaya çıkmasına denk geldi.
Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle, Türkiye de dahil olmak üzere birçok devletin davranışını kısıtlayan davranışsal deli gömleği de gevşedi. Eski Cumhurbaşkanı Turgut Özal 1989-93 arasındaki görev süresi boyunca Türkiye’nin güçlü bir uluslararası aktör olarak ortaya çıkmasına yardımcı olan ekonomik reformları üstlenmişti. Özal, Türkiye’yi Doğu ile Batı arasında bir köprü olarak görüyordu. Müslüman çoğunluklu bir ülkeyi ve aynı zamanda Amerika Birleşik Devletleri’nin kararlı bir dostunu temsil ederek, Avrupa, Orta Doğu ve Orta Asya’daki bir dizi müttefikle Türkiye’nin ekonomik ve siyasi bağlarını güçlendirdi.
ABD için Türkiye hiçbir zaman herhangi bir NATO müttefiki olmadı. Türkiye ayrıca, özellikle birinci Körfez Savaşı’nın ardından ABD’nin gücünü Orta Doğu’ya yansıtmak için platformlar sağladı; giderek daha kırılgan hale gelen bir bölgede bir istikrar siperi olarak hizmet etti.
Ama bu dengeyi ilk bozan ABD oldu. 11 Elül saldırıları ardından ABD Başkanı George W. Bush’un Orta Doğu’ya müdahaleleri, Türkiye mahallesinde son derece istikrarsızlaştırıcı olaylar zincirinin boşalmasına yol açtı.
ABD, Türkiye ile olan ilişkisini altüst etmek istemedi. Ancak Orta Doğu’daki maceralarının arzu edilmeyen büyük sonuçları oldu. Bölgenin önde gelen revizyonist devleti olan İran, iki sınırına yerleştirilen ABD ordusu tarafından tehdit edilince çıtayı yükselterek kendini savunmaya çalıştı. Irak, güçlendirilmiş bir Kürdistan Bölgesel Hükümeti’ni içeren federal bir devlet oldu. Türkiye Kürtleri bu gelişmeden ilham aldı ve cesaret buldu.
Ardından, ABD müdahalesinin dolaylı bir sonucu olarak, sonraki on yılda “Arap Baharı” bölgeyi altüst etti. Erdoğan başlangıçta Arap Baharı’nın—Mısırlı Muhammed Mursi gibi— Müslüman Kardeşler ve onlardan ilham alan liderlerin Amerikan yanlısı olanlar yerine iktidarı ele almasına yardımcı olma fırsatlarını kendisine vereceğini hayal etmişti. Ancak 2013’te İstanbul’da yaygın protestolar patlak verdi. Erdoğan da bunları kendisini devirmek için tasarlanmış bir “yerel Arap Baharı” olarak gördü.
IŞİD olarak da bilinen İslam Devleti’nin yükselişi gerginliği kaynama noktasına yükseltti. IŞİD’in Irak ve Suriye’deki devasa toprak alanlarını hızla ele geçirmesi ardından ABD Başkan Barack Obama, Erdoğan’ın ABD’nin Türk hava üslerini kullanmasına ve Türkiye’nin güney sınırını daha iyi savunmasına izin vermesini istedi, böylece cihatçılar IŞİD’e katılmak için sınırı geçemeyecekti.
Ancak Erdoğan, Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ın devrileceğini varsayıyordu. Hatta bunu umuyordu: Böylece Esad’ın yerini Türkiye’nin etkisi altında tutacağı İslamcı bir lidere bırakabileceğini düşünüyordu. Ankara bu yüzden Obama’nın isteklerine kulak asmadı.
Washington ve Türk yardımının yokluğunun ürettiği çaresizlik içinde, hem Ankara hem de Washington’un terörist bir grup olarak gördüğü Kürdistan İşçi Partisi (PKK) ile baskın Kürt birimlerinin yakın bağları olan Suriye Demokratik Güçleri (SDF) ile ortaklık kurdu. Ve bir adım daha ileri giderek Suriyeli Kürtleri eğitmek ve onlara yardım etmek için ABD birliklerini bölgeye gönderdi.
Kürt sorunu Türkiye’nin ‘Aşil Topuğu’dur; ABD’nin Irak’ta ilk kez yaptığı gibi Kürtlere her yardım etme çabası Ankara tarafından ciddi bir stratejik tehdit olarak algılanır. Bu gelişmelerin Türkiye’deki Kürtleri cesaretlendirmesinden korkan Ankara, ABD’nin tüm itirazlarına rağmen kuzey Suriye’yi üç kez işgal etti, SDF’yi Türkiye sınırına yakın bölgelerden kopardı ve orada yaşayan Kürtleri iç bölgelere çekilmeye zorladı.
SDG, muazzam insan kaybı pahasına IŞİD’i bastırmayı başardı. Ancak bu gelişmeler hem Türkiye hem de ABD üzerinde derin bir hoşnutsuzluk bıraktı. Türkiye’nin görüşüne göre, ABD Kürt milliyetçi teröristlerle ittifak yapmayı seçmişti; hatta her yerde Kürt özerkliğini destekliyor gibi görünüyordu. Washington’a göre ise, Ankara cihatçı teröristleri zımni bir şekilde destekler görünümdeydi.
Bu arada, istikrarsızlık daha çok yayıldı. ABD’nin durmadan ilerlediği, Asya’ya kaymak için hazırlandığı ve Orta Doğu’yu geride bıraktığı algısı ağır bastı. Bu boşlukta Erdoğan, Türkiye’nin uluslararası düzendeki rolünün doğasını değiştirmek için peşpeşe cesur adımlar attı.
Başbakan olarak ilk yıllarında Erdoğan 2003’ten kabaca 2009’a kadar, Özal’ı taklit edecekmiş gibi görünüyordu. Yurtdışında Türkiye ekonomisini ve siyasetini serbestleştirerek Ankara’nın nüfuzunu artırmaya ve kapılarını açmaya çalıştı. Ayrıca Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne katılım sürecine de odaklandı.
Bu diplomatik hamleler Türkiye halkı, komşuları ve geleneksel müttefikleri tarafından iyi karşılandı. 2004 yılında, Erdoğan’ın dış politika danışmanı, Türkiye’nin dış politikasının örgütlenme ilkesini “komşularla sıfır sorun” olarak nitelendirmiş ve Türkiye’nin yeni hükümetinin dış ilişkilerini bozan çatışmalara son vermeye çalışacağının sinyalini vermişti. Bu bir yumuşak güç inşa etme girişimiydi.
Bununla birlikte, “komşularla sıfır sorun”un aslında daha çok Erdoğan’ın ülke içindeki konumunu pekiştirmekle ilgisi vardı. Erdoğan, her zaman güvensiz ve zulüm gören İslamcı bir hareket içinde iktidara gelmişti. Başbakan olduktan sonra bile, İslamcı köklerine dair derin şüphe besleyen uzun süredir egemen bir askeri-bürokratik koalisyona karşı meşruiyetini savunmak zorunda kalmıştı.
Erdoğan müesses nizam karşıtlığının zulmünü Türk ordusunun 1997 yılında Refah Partisi’ni bir muhtıra ile iktidardan uzaklaştırmasıyla ilk elden tecrübe etti. O dönemde İstanbul Belediye Başkanı’ydı. Ertesi yıl yetkililer Erdoğan’ı, Türkiye’nin en saygın yazarlarından birinin şiirini alenen okuduğu için on ay hapse mahkum ettiler.
Başlangıçta Erdoğan, kendisine acı çektiren bu keyfi yönetimi kaldırmaya niyetlendi. Yurt dışından destek aramak, Türkiye’yi yönetmek için muazzam “perde arkası etkisi”ne güvenen orduya karşı konumunu sağlama almanın bir yoluydu. Ama 2007’deki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde askeri-bürokratik koalisyon elini daha da yükseltti. Erdoğan bunun üzerine erken seçim çağrısında bulundu ve sonraki zaferi ordunun etkisinin de sonu oldu.
Bundan sonra, sadece parlamento ve yargı değil, medya ve devlet üniversiteleri olmak üzere her büyük Türk kurumunun sistematik olarak kontrolünü adım adım ele geçirdi. Onun görüşüne göre “Erdoğan Türkiye, Türkiye Erdoğan’dır”. İktidara gelmesine yardımcı olan bazıları da dahil olmak üzere birçok yerli müttefikini yabancılaştırdı. Hukukun üstünlüğünün içi boşaltıldı; keyfi “adalet” sistemin ayırt edici özelliği haline geldi ve Türkiye’deki siyaset sanatı “Erdoğan’ın izlenmesine” indirgendi.
Erdoğan, ülkenin kurumlarını yeniden formatlamanın yanı sıra, cumhuriyetin kurucusu Kemal Atatürk’ün vizyonunu altüst ederek Türkiye’nin kimliğini yeniden şekillendirmeye çalıştı. Atatürk, sanayileşmiş dünyayla müttefik olan laik, milliyetçi, elitist, biraz da otarşik bir devlet inşa etmeye çalışmıştı. Türkiye’nin yeni kimliği Erdoğan’ın anlayışına göre, Türk milliyetçiliği ile İslam’ı bir araya getirmeliydi. Böylece ikisi bütünleşti, Osmanlı İmparatorluğu’nun ötesine, İslam’ın kuruluşuna kadar uzanan sürekli bir tarihsel geleneğin parçası oldu.
Bu kavuşum, Erdoğan’ın tartışmalı kararlar için dini gerekçeler oluşturmasını sağladı. Türkiye Merkez Bankası’nı enflasyonla mücadele etmek için faiz oranlarını düşürmeye zorlamayı haklı çıkarmak için dinin tefeciliğe karşı olduğuna işaret etti.
Uluslararası sahnede, Erdoğan’ın vizyonu yayılmacı ve revizyonisttir; kendisini hem bir “kral yapıcı” hem de “oyunbozan” olarak konumlandırmaya yöneldi. BM Güvenlik Konseyi’nin beş daimi üyesine atıfta bulunarak, 2013 yılında “dünyanın 5’ten büyük” olduğunu iddia etmeye başladı. O zamandan beri neredeyse her BM toplantısında bunu tekrarladı. Bu, İkinci Dünya Savaşı sonrası oluşmuş uluslararası düzenin mantıksız bir eleştirisi sayılmaz, ancak. Erdoğan’a göre, Türkiye BM Güvenlik Konseyi’nde daimi üyeliği de hak ediyor.
Aynı zamanda Erdoğan, geniş anlamda bir medeniyet olarak tanımladığı Türkiye’yi önde gelen bir “anti-statüko” ve “anti-emperyalist” güç olarak sunuyor. Sadece ve sadece Batı hakimiyetinin tek başına çağdaş emperyalist tehdidi temsil ettiği bir vizyon bu.
Emperyalizm anlayışı bu nedenle sınırlı: Çin veya Rus emperyalizmini veya Osmanlı İmparatorluğu’nun emperyalizmini tartışmaz. Atatürk’e karşı duyduğu antipatiye rağmen Erdoğan Atatürk’ün mirasını da bu davaya ekledi. Türkiye uzmanı Nicholas Danforth’a göre, Erdoğan’ın Atatürk’ü “Müslümanlar ve tüm Üçüncü Dünya için anti-emperyalist bir kahraman”, ve Erdoğan’ın kazanmayı planladığı anti-emperyalist taarruzda “ilk büyük darbe”yi vuran lider.
2010’ların başında Erdoğan, Mısır, İsrail ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi ülkelere karşı daha çatışmacı bir yaklaşım benimsemek için “komşularla sıfır sorun” politikasını bir kenara attı. Bunun ardından, Doğu Akdeniz’in önemli bir kısmı üzerinde Türk egemenliğini iddia eden marjinal bir aşırı milliyetçi dünya görüşüne dayalı “Mavi Vatan” doktrinini benimsedi. Bu doktrini uygulamaya koymak için 2019’da Libya ile Akdeniz’in bir bölümünde öncelik kazanmak; diğer ülkelerin petrol boru hatları inşa etmesini ve orada deniz tabanı kaynaklarını sömürmesini önlemek için bir deniz anlaşması imzaladı.
Kıbrıs, Yunanistan, ABD, Arap Birliği ve Avrupa Birliği’nin hepsi Libya anlaşmasını kınadılar. Bu tür kışkırtıcı ve öngörülemeyen davranışlar Erdoğan’ı tecrit ediyor gibi göründü. Katar hariç bölgesinde hiçbir arkadaşı kalmadı. Türkiye’ye karşı harekete geçmek için 2021’de Kıbrıs, Mısır, Yunanistan, İsrail, Ürdün ve Filistin Yönetimi, sularında bulunan gazı çıkartmak ve pazarlamak için Doğu Akdeniz Gaz Forumu’nu oluşturdu.
Erdoğan, tam teşekküllü diplomatik krizlerin eşiğine ayak basmaktan hoşlanıyor. Öte yandan pragmatik de olabilir; diğer ülkeleri dengeden uzak tutmayı, gücü yansıtmasının parçası olarak görüyor. Bir maksimalist olarak, rakiplerinin yaptıklarından daha kararlı bir şekilde hedeflerine bağlı kalmaya ve sorunları sınıra kadar zorlamaya istekli olduğunu göstermek istiyor.
Bu yılın Nisan ayında meydana gelen özellikle dramatik bir örnekte, Türkiye, Suriye Kürt güçlerinin komutanı Mazloum Abdi’ye suikast girişimi gibi görünen Irak Kürdistanı’ndaki bir havaalanını bombaladı. Bombalar muhtemelen kasıtlı olarak piste isabet etmedi. Etselerdi, komutana eşlik eden Amerikan ordusunun birkaç üyesini de öldürebilirlerdi.
Nadiren değil, Türk mermileri hala kuzey Suriye’de konuşlanmış ABD kuvvetlerine rahatsız edici bir şekilde yakın düşüyor. Gerilim tırmandırma siyaseti güçlendiricidir; Erdoğan misilleme arzusunu motive edici buluyor.
Batı demokrasileri onun yönetimini, özellikle de muhaliflerini hapse atma eğilimini sık sık eleştirmekte. Onun da ABD gücünden rahatsızlığı uzun zamandır belirgin.
Erdoğan, Türkiye’nin ABD’den “stratejik özerklik” istediğinin sinyalini vermişti. 2016 yılında Erdoğan hükümeti, İzmir’de yaşayan Amerikalı bir papaz olan Andrew Brunson’u sahte suçlamalarla hapsetti. ABD konsolosluklarında çalışan üç Türk vatandaşı bir yıl sonra gözaltına alındı. Her iki durumda da Erdoğan, İran ve Rusya’nın kusursuz hale getirdiği “rehine diplomasisi” tarzını uyguladı.
Ancak Erdoğan’ın gerilim tırmandırma yaklaşımı, uluslararası bir izleyici kitlesi için olduğu kadar iç tüketim için de tasarlanmış durumda. Siyaset bilimci Marianne Kneuer, “Batı’ liberal demokrasilerini kışkırtmanın” birçok otoriter lider için giderek daha başarılı bir yerel “meşruiyet stratejisi” olduğunu savunuyor.
Yerleşik bir kuruluşu yıkarak iktidara gelen herhangi bir otoriter yönetici, her zaman başka birinin de ona aynısını yapabileceğinden endişe eder ve Erdoğan da bir istisna değil. Başka ülkeler ona ne kadar karşı çıkarsa çıksın, o en çok kendi vatandaşlarından korkuyor.
Foreign Affairs’ten alınan bu yazı FTP tarafından çevrildi, iki bölüm halinde yayınlıyoruz.
Makalede ifade edilen görüş ve düşünceler yazar(lar)a aittir ve FTP’nin görüş ve düşüncelerini yansıtmamaktadır.