Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, NATO’nun Vilnius’taki Temmuz 2023 zirvesinde İsveç’in Kuzey Atlantik ittifakına katılımını kabul ederek, ABD ile diyaloğu yeniden başlatıp Ankara’nın AB’ye katılımı konusunu tekrar masaya koyarak tüm ilgiyi üzerine toplamıştı. Bu da Türkiye, AB ve ABD arasında yeni bir yakınlaşma döneminin açıldığına dair geçici bir izlenim yaratmıştı.
Birkaç hafta sonra, Körfez ve Karadeniz’deki gelişmeler ve yeni Türk dışişleri bakanı Hakan Fidan’ın ilk resmi açıklaması ardından, Türkiye’nin dış politikasının ana eksenleri, farklı bir ışık altında ortaya çıktı.
Türkiye, sağlam ve bağımsız bir dış politika izleme konusundaki güçlü niyetini beyan etti, Körfez ülkeleriyle yeni anlaşmalar yaptı, Rusya ile uzun süreli diyaloğunu sürdürdü, AB’yi “stratejik körlük” olarak nitelediği tavrı üzerinden eleştirdi ve AB’nin aday ülkelerden talep ettiğinin tam tersi bir hükümet sistemini güçlendirmeye devam etti.
Türkiye’nin resmi olarak AB üyeliği arayışı bu nedenle kulaklara tam bir politika çelişkisi gibi geliyor.
Türkiye’nin Mayıs 2023 cumhurbaşkanlığı ve meclis seçimleri ardından ilk acil durum, ülkenin ekonomik yaklaşımında —özellikle de bizzat Erdoğan tarafından uzun süredir dayatılan, “artan enflasyona rağmen faiz oranlarını düşük tutma” yönündeki zararlı politikada reform yapmaktı.
Bankacılık sektörü için bu politikanın sistemik riski göz önüne alındığında, Mehmet Şimşek‘in Ekonomi ve Maliye bakanı, Hafize Gaye Erkan‘ın Merkez Bankası Başkanı olarak atanması uluslararası finans çevreleri tarafından“ekonomik ortodoksiye” dönüşün umut verici işaretleri olarak görüldü.
Erdoğan, faiz oranları konusundaki görüşlerinin değişmediğini beyan etse de, Ankara’nın Mayıs ayından bu yana benimsediği genel yaklaşım, seçim kampanyası sırasında hükümet tarafından ifade edilen pozisyonların tersine çevrilmesi gibi görünüyor. Gerçekten de, Temmuz ayında gelen ilk faiz oranı değişiklikleri, —önceki başkanlık kararlarının tamamen tersyüz edilmesi gibi görünmemek için— büyük bir sıçramadan ziyade kademeli bir yaklaşımı yansıtıyordu. Şimşek ise oanrıcı tedbirlerin sadece taksit taksit geleceğinin farkında —aslında ana faiz oranı seçim öncesi yüzde 8,5’e kıyasla 24 Ağustos’ta ikinci kez yüzde 25’e çıkarıldı— ve Türkiye Avrupalı yatırımcılar nezdinde güveni yeniden inşa etmek zorunda. (Şimşek) Ülkenin ekonomik toparlanması için hedef olarak 2026’yı işaret etti: “2026’dan itibaren ekonomide olumlu gelişmeler göreceğiz. İki buçuk ila üç yıl içinde bugünden daha iyi bir konumda olacağız,” dedi.
Brüksel’den bakıldığında, yeni başkanlık döneminin siyasi önceliği Mart 2024 yerel seçimleri. 2019’daki son yerel seçimlerde hükümetin yaşadığı can sıkıcı gerilemeyi tersine çevirmek için liderliğin ilan ettiği hedef o seçimlerde kaybettiği büyükşehir belediyelerini, özellikle de en büyük iki şehri geri kazanmak: Erdoğan’ın siyasi kariyerinin beşiği ve ülkenin ekonomik başkenti İstanbul, ve siyasi başkent Ankara. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ni geri kazanmak için liderlik, bir kamu görevlisine hakaretten yargılanan, şu anda temyiz aşamasında olan görevdeki belediye başkanı Ekrem İmamoğlu’nu cezasının kesinleştirilmesini ve kamu görevine siyasi adaylığını yasaklamayı muhtemelen tercih edecek.
2023-28 başkanlık döneminin üçüncü büyük bileşeni, Türkiye’nin “merkezi hükümet sistemi”nin konsolidasyonudur. Mayıs seçimlerinden —gözlemcilerin beklediğinden daha geniş çaplı— bir zaferle çıkan ve zayıf bir muhalefetle karşı karşıya olan liderliğin demokratik bir gündeme dönmek için zorlayıcı bir nedeni yok.
Bu nedenle Erdoğan, cumhurbaşkanlığı kabinesindeki atamalardan başlayarak ülke yönetimi üzerindeki kontrolünü pekiştiriyor. Silahlı Kuvvetler’de, poliste, il valiliklerinde atamalar aynı yönde ilerliyor.
Genel olarak bakıldığında, Mayıs 2023 seçimlerinden bu yana tek gerçek yenilik, ülke ekonomi politikasının kademeli olarak gözden geçirilmesi oldu. İç siyasi tercihlerine, özellikle de hukukun üstünlüğü konusunda herhangi bir olumlu harekete kalkmamaya, ve kurumsal otokrasinin konsolidasyonuna bağlı kalmayı sürdüren cumhurbaşkanının en önemli tavizi muhtemelen budur.
Türkiye’nin siyasi manzarası giderek daha muhafazakar ve milliyetçi hale gelmekte. Ankara daha özerk, Türkiye-merkezli bir dış politikaya doğru öngörülebilir bir yürüyüş halinde.
“Türkiye Yüzyılı” şeklindeki başkanlık sloganı altında, dış politika daha özerk hale gelecek ve ülkenin çıkarlarına odaklanaca. Dışişleri Bakanı’nın sözleriyle, Türkiye, “uluslararası gündemi belirleyen tamamen bağımsız, etkili ve nüfuz sahibi bir aktör” olmayı hedefleyecek.
Mesaj açık: Büyük veya küçük, Doğulu veya Batılı dış güçler, Ankara’yı “çıkarlarına zararlı gördüğü bir yöne” itemeyecek. Bu doğrultuda, terörle mücadeleye daha yüksek öncelik verilerek, silah satışları ve askeri anlaşmalar dış politika aracı olarak kullanılarak dış politika daha fazla “güvenlik ağırlıklı” olacak.
Öncelikli olarak, Türkiye Cumhurbaşkanı’nın Temmuz 2023’te Katar, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) turu birçok ekonomik ve endüstriyel anlaşmayla sonuçlandı. Katar ile bir finansal anlaşma, Suudi Arabistan’a IHA satışları ve BAE ile 50 milyar dolar üzerinde bir dizi anlaşma.
Bu tur sadece kırılgan Türk ekonomisini canlandırmak için büyük miktarda fon toplamak için değil, aynı zamanda Türkiye’nin finansal erişiminin Londra City Finansal Merkezi veya Wall Street’ten çok daha geniş olduğunun ve ülkenin jeopolitik öneminin Körfez monarşileri tarafından iyi anlaşıldığının bir sinyalini vermek anlamına geliyordu.
Ayrıca, Libya, Al Khums’taki bir deniz üssü için 99 yıllık bir kira sözleşmesinin, Al Watiya’daki mevcut hava üssüne ek olarak henüz onaylanmamış bir anlaşmanın hazırlık aşamasında olunduğu da biliniyor.
Bu yeni “dış politika odaklanması”nın geniş anlamı, Türkiye’nin gerekli olduğuna karar verdiği durumlarda, geleneksel müttefiklerinden çok farklı bir jeopolitik yollara başvurmaktan çekinmeyeceğidir.
Ancak, tahmin edilebileceği gibi, Türk dış politikasının kimi unsurları yakın geçmişe kıyasla artan zorluklarla karşılaşacak.
Birincisi, Türkiye’nin diğer NATO üyelerine Avrupa’daki Kürt aktivizmi politikalarını değiştirmeleri için yaptığı baskıdır. Vilnius’taki “sempati atağı”na rağmen İsveç’in NATO’ya katılımı konusundaki kilitlenme, Stockholm’ün Kürdistan İşçi Partisi (PKK) ve Ankara’nın terörist bir hareket olarak ilan ettiği —Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) eski bir siyasi müttefiki olan— Gülen Hareketi‘ne tanımakta olduğu özgürlüğe Türkiye’nin itirazları nedeniyle devam ediyor.
Suriye’nin kuzeyinde, kendi iradesiyle ilan edilmiş İslam Devleti‘ne (ISIS) karşı mücadelede Suriye Kürt güçlerinin rolü konusundaki Ankara ve Washington arasındaki farklılıklar devam edecek — veya belki de daha da kötüleşecek. Türkiye hükümetinin Suriyeli mülteciler için “gönüllü geri dönüş” politikası, ülkelerinde bir barış anlaşmasının olmaması nedeniyle tökezleyecek.
Bu arada, Suriye liderliğinin Ankara ile bir normalleşme süreci başlatmanın ön koşulu —Türk birliklerinin Suriye’den ayrılması gerektiği— devam edecek. Türkiye böyle bir geri çekilmeyi “düşünülemez” olarak nitelendirmiş durumda.
Ankara’nın Kıbrıs Cumhuriyeti‘ni tanımaması, ve daha yakın zamanda bölünmüş ada için “iki devletli çözüm”e yönelik söylemi AB ile çıkmazı uzatacak. Kıbrıslı Türk personel ile BM barış güçleri arasında tampon bölge içinde 18 Ağustos’ta meydana gelen şiddet olayları ek zorluklar yaratacak nitelikte: Kendi iradesiyle ilan edilmiş Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ve Türkiye yetkilileri, olaylardan BM barış güçlerini sorumlu tuttu.
Yunanistan ile ilişkiler, Türkiye’nin güney bölgelerinde meydana gelen Şubat 2023 depremi ardından “deprem diplomasisi”ni temel almaya çalışan Türk ve Yunan liderliklerinin ihtiyatlı iyimser yaklaşımından yarar görmüş yegane konu.
Fidan’ın X gönderisinde gösterildiği gibi, ikili görüşmeler 5 Eylül’de yeniden başladı. Fidan, “Şu anda komşumuz ve müttefikimiz Yunanistan ile ilişkilerimizde yeni ve olumlu bir aşamadayız. Üst düzey temasların ve diyalog kanallarının yeniden canlandırılması olumlu gelişmelerdir. Bugün bu ivmeyi sürdürmek için karşılıklı irademizi teyit ettik” dedi.
Fidan’ın dış politika konuşmasında iki konu muğlak kaldı.
Birincisi, özellikle Ukrayna’daki savaş yıllarca sürerse veya tam bir çıkmaza girerse, Türkiye-Rusya ilişkisinin zaman içinde sürdürülebilirliği. Şu anda Ankara; Rusya ve Ukrayna ve daha genel olarak da Batı ile ilişkileri dengelemeye yönelik mevcut politikasına bağlı kalmayı planlıyor. Türkiye, Ukrayna tahıl ihracatına ve daha geniş bir barış yapma sürecine izin vermek için Ukrayna ve Rusya arasında Moskova tarafından şu anda askıya alınan Temmuz 2022 anlaşmasının yeniden başlatılması için potansiyel aracı rolünü vurguluyor.
Her iki durumda da, son zamanlarda Türkiye ve Rusya arasında ciddi farklılıklar ortaya çıktığı için zorluklar çok büyük. 13 Ağustos’ta Rus kuvvetleri, uyarı atışları yaptıktan sonra Türklere ait bir yük gemisini denetledi ve bu da Ankara’nın protesto etmesine neden oldu.
17 Ağustos’ta ayrı bir gelişmede, bir konteyner gemisi, Rusya’nın Ukrayna limanlarına uyguladığı ablukaya rağmen yeni bir koridordan, Ukrayna’dan İstanbul’a gitti. Karadeniz, özellikle Ankara’nın tahıl anlaşmasının yeni bir versiyonunda Moskova’nın taleplerini karşılamaya zorlanması nedeniyle, Rusya ile Türkiye arasında acil çekişme alanı haline gelebilir.
Erdoğan ve Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin arasında 4 Eylül’de yapılan görüşmeler, Rusya’nın talepleri üzerine çıkmaza girdi: Moskova, Rusya’nın Batı yaptırımlarını kırmasına izin verebilecek bir mekanizma olan, Güneydoğu Avrupa ülkelerine tedarik amaçlı bir gaz merkezini Türkiye’de oluşturmakta ısrar etmekte.
İkincisi, Avrupa veya Batı açısından, Türk dış politikasının eksik maddesi, hukukun üstünlüğü. Bunun nedeni, sadece AB, Batılı yatırımcılar ve işletmecilerin kaçınılmaz bir talebi olması değil, aynı zamanda hukukun üstünlüğü yeniden tesis edilene kadar Türkiye toplumunun içinde barışın mümkün olmayacağı gerçeğidir.
Türkiye Cumhurbaşkanı’nın, İsveç’in NATO’ya girişini Türkiye’nin AB’ye girişiyle ilişkilendirdiği Vilnius söylemi birdenbire ortaya çıkmıştı. İki katılım süreci tamamen farklı yasal konular olduğundan, AB ve Almanya Şansölyesi Olaf Scholz, Türk liderliğinin birincisini ikincisine endeksli hale getirme talebini derhal reddetti.
Bu talebi 7 Ağustos’ta Fidan’ın Türkiye’nin AB’ye yaklaşımını resmi olarak ifade etmesi izledi: Onun sözleriyle, “Avrupa Birliği Türkiye olmadan gerçekten küresel bir aktör olamaz” ve Türkiye’nin kesintiye uğratılmış AB katılım süreci “stratejik körlük” ile eşdeğerdir.”
Aslında bu açıklama, Ankara’nın AB katılım sürecini yenileme hırsını ilan etmesiyle çelişiyor gibiydi.
Türkiye’nin birkaç yıldır tedavülde olan, küçümseyici nitelikli “AB’nin stratejik körlüğü” anlatısı, gelişigüzel bir ifade olarak reddedilemez. Bu daha ziyade kulaklara kökleşmiş resmi bir düşünce veya en azından devlet başkanı söyleminin önemli bir parçası gibi geliyor.
Bu ifade tarzı, ülkedeki hakim milliyetçi ruh halini pohpohladığı ve “hasım Brüksel” imajını sürdürdüğü için, yerel siyasette faydalı olabilir. Mart 2024 için planlanan yerel seçimler göz önüne alındığında, AB’ye karşı dile getirilen bu sözler, seçim “edevat kutusu”ndaki kullanışlı bir araç olabilir. Bununla birlikte Erdoğan’ın hukukun üstünlüğü odaklı AB kriterlerini yerine getirmek için, Erdoğan’ın mevcut anayasal yönetim yapısını değiştirmek gibi bir niyeti olduğuna Brüksel’de veya AB ulusal başkentlerinde inanan çok az kişi var.
Bazı gözlemciler, Batılı ülkelerin Erdoğan’ın Türkiye’siyle ilişkilerinin ancak bu nokta esas alınarak “al-ver” ilişkisine dayanabileceğini iddia ediyor. Diğerleri ise Mayıs seçimlerinden bu yana, Ankara’da Batı ülkeleriyle ilişkileri düzeltme yönünde belirgin bir eğilim olduğunu, ancak bunun yalnızca Erdoğan’ın dikte edeceği şartlar çerçevesinde gerçekleşeceğini savunuyor. Erdoğan’ın siyasi çoğulculuk ve muhalif görüşler konusundaki nihai kontrolü ve sertliği göz önüne alındığında doğru olabilir. Ancak jeopolitik tablo Türkiye’den daha geniş.
Savaş Avrupa kıtasına geri döndü. Rusya, Ukrayna, NATO ve AB’ye karşı. Bu tamamen yeni bir jeopolitik bağlam ve kaçınılmaz olarak AB-Türkiye ilişkilerinin kartlarını değiştirmekte.
Savaşın geri dönüşü, AB, NATO ve Batı tarafından silahlanma ve makrofinansal destek yoluyla Ukrayna’yı destekleyerek, enerji kaynaklarını yeniden düzenleyerek, yaptırımlar uygulayarak Rusya’nın eylemlerine karşı koymak için alınan çok sayıda kararın gösterdiği gibi, Avrupa çapında birliği mutlak bir siyasi öncelik haline getirdi.
Rusya’nın Ukrayna’yı hiçbir kışkırtma olmadığı halde işgali ardından Avrupalı liderler tarihi öneme sahip iki siyasi karar aldılar: AB, Moldova ve Ukrayna’ya aday ülke statüsü tanıdı; Finlandiya ve İsveç liderleri de ülkelerinin tarafsızlığından vazgeçip NATO’ya katılmak için başvurdu.
Benzer şekilde, AB ile Macaristan ve Polonya arasındaki hukuk devleti krizi baskı altında. Bu da Avrupa hükümetlerinin ve kurumlarının siyasi kararlılıklarını güçlendirebileceğini göstermekte.
Avrupalı liderlerin bu çeşitli politika alanlarında gerçekleştirdiği eylemler ortak bir çizgiyi izliyor. Rusya’nın meydan okuduğu AB siyasi, yasal ve ekonomik kriterlerine sıkı bir şekilde sahip çıkmakta: Toprak bütünlüğüne saygının yanı sıra insan hakları, bağımsız bir yargı, özgür medya ve sivil toplum ve yolsuzlukla mücadele de dahil olmak üzere hukukun üstünlüğüne bağlılık. Rusya’nın Ukrayna’yı işgali, her ne kadar Macaristan konusunda dikkate değer zorluklar yaşanıyor olsa da , AB’nin birlik ve bütünlüğünü bir dereceye kadar güçlendirdi.
Buna karşılık —ve aksine resmi söyleme rağmen— Türkiye’nin hukuk devleti mimarisi ile AB’nin aday ülkelere dair telepleri arasındaki örtüşmede büyük ölçüde gerileme yaşandı. Bu eğilim, Türkiye’nin 2017 anayasa reformuyla resmileştirildi; hükümetin seçim yasasında AKP’nin müttefiki Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) lehine son dakika değişiklikleri yapması ve cumhurbaşkanlığı yarışının önde gelen muhalefet adayı İmamoğlu’nun seçimlerden önce sahte suçlamalara maruz kaldığı 2023 seçim süreciyle iyice şekillendi.
Asıl mesele, Türkiye’nin küresel bir oyuncu olma niyetine bu politik tercihlerin yakışıp yakışmadığı. Gerçekten de, Ankara’nın politik çizgisinin bir bedeli var: Hukukun üstünlüğü konusunda gerçek bir hareketlenme olmadan; İmamoğlu, Selahattin Demirtaş ve Osman Kavala da dahil olmak üzere, diğer yüksek profilli mahkumlara karşı davaların nihai olarak düşürülmesi gibi sembolik önlemler alınmadan, AB ile Türkiye arasında yakın bir ilişki gelişmeyecek.
Ülkenin NATO içindeki ilişkileri de, Türkiye cumhurbaşkanının kişisel duruşu da günün sonunda bundan kaçınılmaz olarak etkilenecek.
Böyle bir açıdan bakılınca, NATO ve Avrupa Konseyi üyesi Türkiye’nin siyasi kararları artık Avrupa’da farklı bir açıdan gözlenmekte. Buradaki ölçüt, sadece mülteciler üzerinde genişletilmiş bir anlaşma, yenilenmiş bir Gümrük Birliği veya İsveç’in NATO’ya katılımı konusunda uzun süreli bir çıkmaz gibi belirli bir siyasi gelişme değil. Aksine, tartışmalar, Avrupa kıtasının gelişmekte olan siyasi, güvenlik ve ekonomik mimarisi konusunda Türkiye ile çok daha geniş bir anlayış birliğine ulaşılıp ulaşılamayacağına bağlı olacak.
Buna ek olarak Rusya’nın Ukrayna’yı işgali, hızla değişen küresel jeopolitik ortamda sadece bir gelişme. Körfez monarşileri dünya meselelerinde daha fazla söz sahibi olmak istiyor, ve mali nüfuzlarını siyasi kazanç için kullandılar. Türkiye ile, ortodoks politikalara geri dönüş, karlı Türk firmaları edinme hırsının yol açtığı anlaşmalar (ayrıntıları genellikle yabancılar tarafından bilinmiyor) imzaladılar. Körfez ülkelerinin siyasi gündemleri Türkiye’nin aktif olduğu ülkeleri kapsıyor: Libya, Suriye ve Afrika’daki diğer ülkeler. Körfez monarşileri Türkiye ile stratejik ortaklıklara girmiş olabilir, ancak sadece Türkiye’nin belirlediği şartlarda değil.
Benzer şekilde Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika’dan oluşan BRICS kulübünün altı yeni üyeyi kabul etmesiyle, bazıları tarafından meydan okuyucu olarak görülen bir kavram olan “Küresel Güney” kavramı 24 Ağustos’ta genişledi: Arjantin, Mısır, Etiyopya, İran, Suudi Arabistan ve BAE. Türkiye’nin küresel liderlik ihtirası var, ancak uluslararası ilişkileri etkilemeyi umut eden tek ülke o değil.
Başka bir deyişle, Türkiye’nin “uluslararası gündemi belirleyen ve gerektiğinde oyunu belirleyen veya bozan tamamen bağımsız, etkili ve etkili bir aktör olarak pozisyonunu güçlendirme” hedefi, siyasi kararları ile Avrupa kıtasında ve NATO’da bir oyuncu olarak mevcut rolleri arasında yüksek derecede tutarlılık gerektiriyor.
Özellikle, küresel liderlik için daha geniş bir rekabet ortamında gündemi belirlemeyi amaçlayan ülkeler, önerilerde bulunmak ve çevrelerindeki diğer ülkeleri yapıcı bir şekilde etraflarına toplamak zorunda kalacaklar. Rusya gibi sadece yıkıcı olmayı tercih eden ülkeler, oyunu bozan ülkeler olarak kalacaklar. Hem yapıcı hem de yıkıcı olmak siyasi tutarlılığa zarar verecektir.
Ekonomik alanda Türkiye, başta AB olmak üzere, Avrupa ile önemli bağlantılarını ve ortak çıkarlarını ticaret, yatırım, teknoloji, yenilik, normlar ve standartlar açısından düşünmek zorunda kalacak. Bu hayati alanlarda, ekonomik temelleri göz önüne alındığında, Türkiye’nin önünde çok az alternatif var.
Enerji ve siyasi güdümlü nakit transferlerinin ötesinde, Rusya’nın endüstriyel kalkınma, araştırma veya ihracat söz konusu olduğunda Türkiye’ye sunacak hiçbir şeyi yok. Körfez ülkelerinin nakiti var, ama teknolojisi yok. Yatırımlarının geri dönüşünü arayan finansal operatörler olarak, kör nakit dağıtımı yapmaya istekli değiller ve bu yüzden en karlı devlet şirketlerini satın almayı tercih edebilirler. Diğer Orta Doğu ve Afrika ülkeleri kesinlikle ticaret ve savunma satışları açısından fırsatlar sunuyor, ancak Ankara’nın belirttiği hedefler göz önüne alınırsa onların Türkiye’yi dünyanın ilk on ekonomisine itecek güçleri yok.
Türkiye’nin kısa vadeli fon ve doğrudan yabancı yatırım akışını yeniden başlatmak için Avrupalı işletmeci ve finans kurumlarıyla olan güveni yeniden inşa etmesi gerekiyor. Özellikle koronavirüs salgını ve ardından gelen durgunluktan sonra tedarik zincirlerinin yeniden yapılandırıldığı bir zamanda AB ile teknoloji ve yenilik alışverişi potansiyeli çok büyük.
Türkiye’nin iç evrimi ve küresel değişimleri göz önüne alındığında, AB üyeliğinin ülke için ideal politika aracı olup olmadığı sorusu ortaya çıkmakta. AB’nin katılım şartlarının, Erdoğan’ın seçtiği yönetişim yapı ve tarzıyla bağdaşması mümkün değil.
AB Komiseri Olivér Várhelyi’nin 12 Eylül’de belirttiği gibi, genişleme kriterleri değişmeyecek. AB katılım çerçevesi dışında, hükümetlerin ve iş çevrelerinin hukuk devleti şart ve gereklilikleri de devam edecek. Hukukun üstünlüğü ile kurumsallaşmış otokrasi arasında uyumsuzlaşmış bu yolların nasıl uzlaştırılacağı, Ankara ve Brüksel arasında gelecekteki tartışmaların ana konusu olacak.
Sonuçta, Türkiye farklı bir hükümet modelini tercih ederse AB çökmeyecek. Türkiye de çökmeyecek, ama AB ile normale bir ilişki olmadan küresel sahnede daha az belirgin aktör olabilir.
Dünya, kıta Avrupası ve ötesinde çok önemli jeopolitik değişimlere tanık oluyor. Buna paralel olarak Türkiye, dış politikasını yeniden yönlendiriyor ve küresel rolünü genişletiyor.
Türkiye kendi yolunu izlemekte elbette özgür. Ülkenin küresel jeopolitik hırslarını Avrupa bölgesi ile temel ekonomik çıkarları ve kısıtlamaları arasında nasıl dengeleyeceği ilerde görülecek. Dünya jeopolitiğindeki mevcut büyük çalkantının ortasında, tüm oyuncuların uluslararası gerçeklerin uygulanabilir bir değerlendirmesini yapması, çok önemli bir hale gelmiş durumda.
Carnegie Europe sitesinde yayınlanan bu yazı FTP tarafından kısaltılarak çevrildi.
Makalede ifade edilen görüş ve düşünceler yazar(lar)a aittir ve FTP’nin görüş ve düşüncelerini yansıtmamaktadır.