Bizim için tarih yaşanmışlıktan bağımsız bir olgu… Hiçbir şey yaşanmamış olsaydı, ya da biz yaşananlar hakkında hiçbir şey bilmeseydik bile kendi yazdığımız bir tarihimiz olacaktı. Nitekim halen yaşananlara ve geçmişte yaşanmış olanlara bu tarihin prizması içinden bakıyoruz. Bazılarını tarihe ekliyor, bazılarını dışarda bırakıyor, bazılarını değiştiriyor ve nihayet birçoğunu da uyduruyoruz.
Ama bundan gocunmuyoruz. Aksine bu ameliye bize ‘doğal ve normal’ geliyor. Acaba niçin? Muhtemelen gerçeklikle karşılaşmanın psikolojik maliyeti çok yüksek…
Sanki ‘ne mal olduğumuzu’ biliyor ama duymak istemiyoruz. Ayrıca toplumsal inşa döneminde, yani yeni bir kimlik tanımının ve benlik algısının üretilmesi sürecinde söz konusu maliyet daha da yüksek.
Cumhuriyet döneminin başında, ilk yirmi yıl bu psikolojik baskı altında yaşandı. Yeni rejim modern bir devlet ve toplum kurma hayaliyle yola çıktı. Bunu vatandaşlığı hukuki ve laik bir temele oturtarak yapmaya çalıştılar.
Ancak karşılarına daha derin bir mesele çıktı: İmparatorluk bakiyesi çok etnisiteli, çok dinli, parçalı kültürlü bir kimlik tortusu ve yenilgileri hazmedememiş, Batı karşısında küçüklük kompleksini aşamamış bir çocuksu benlik.
Kemalizm kimlik meselesini modernlik üzerinden çözebileceğini sandı. Benlik meselesini ise farklı bir geçmiş anlatısı ve karakter güzellemesi ile aşmaya çalıştı. Ne var ki yüzeysel ve eksik kaldı.
Dindarlar laikliğe mecburen göreceli uyum sağladılar ama cemaatçi vasıflarını korudular. Laiklik ise nihayette bir başka cemaat üretmiş oldu. Toplum olunamadı… Ve toplum olmadan milletleşmeye çalışmanın birtakım hastalıklı unsurları peşimizi bırakmadı.
Şimdi Kemalizm’in tükenmesiyle birlikte bu hastalıklı unsurlar kendilerine bir ideoloji, yeni ama mümkünse tanıdık bir anlatı arıyor.
Diğer deyişle iyileşmek peşinde değiliz… Hastalığımızın ‘normal’ addedilmesini istiyoruz sadece.
İttihatçılığın yeniden makbul hale gelmesinin nedeni bu… Yeni İttihatçılık nabzımızın şerbeti… 2016 sonrası yeni bir inşa dönemindeyiz. Siyasi sistem değişti, anayasa değişmek üzere, devlet ile siyaset arasındaki mesafe kısaldı, yargı yürütmenin doğal uzantısı olarak tasavvur edilmeye başlandı, özgürlüklerin ilkesel temeli ‘yabancı’ (zararlı) bir unsur olarak tanımlandı.
Ve de şaşırtıcı olmayan biçimde artık yeni bir geçmişe, yeni bir tarihe ihtiyaç var.
Gelinen noktaya dair bir örneği Vahap Coşkun’un yazısından okuyalım:
“(Sezgin) Tanrıkulu, geçen hafta bir televizyon programına telefonla katıldı. Programda, Diyarbakır-Kulp’ta 11 vatandaşımızın zorla kaybedildiği ve 1994’te Şırnak-Uludere’nin Kuşkonar ve Koçağılı köylerinde 34 vatandaşımızın hayatını kaybettiği olayları hatırlattı. Bu olaylar sonradan yargıya intikal etmişti. Avrupa İnsan hakları Mahkemesi Kulp’ta vatandaşların askeri helikoptere bindirildikten sonra kaybedildiği ile Kuşkonar ve Koçağılı’da köylerin savaş uçaklarıyla bombalandığı iddialarını içeren yaşam hakkının ihlal edildiğine karar vermişti. Ayrıca Anayasa Mahkemesi de Kuşkonar ve Koçağılı’nda yaşam hakkının ve insan haysiyetle bağdaşmayan muamele yasağının ihlal edildiğine hükmetmişti.”
Yani herkesin bildiği, üzerinde aylarca yazılıp çizilen, sonraki yıllarda AK Parti yöneticileri tarafından fırsat çıktıkça hatırlatılan olaylar… Hem adalet arayışlarına ve Kürtlerin yaşamakta olduğu mağduriyetlere işaret için, hem de ordu üzerinde sivil denetimin ne denli gerekli olduğunu göstermek ve siyaseti özgürleştirmek adına gündeme gelmişti.
Ve takdir edersiniz ki bu ideolojik kampanyanın siyasi taşıyıcısı Erdoğan’dı…
Ama şimdi aynı Erdoğan, Tanrıkulu için şöyle konuşabiliyor: “Sözde milletvekili, terörist müsveddesi. Benim Mehmetçik’ime nasıl hakaret atıyor televizyonda izlediniz. Biz ikinci sınıf hak ve özgürlüklere mahkum ve mecbur edenler bizi Türkiye Yüzyılı vizyonumuzdan ciddi rahatsızlık duyuyor.”
Erdoğan yaşananları unutmuş olabilir mi? Yıllarca kendisinin ve partisinin bu konudaki tespitleri bir anda aklından uçup gitmiş midir? Tabii ki hayır…
Tarihimize yakışmayan sayfayı yırtıp atıyor ve böylece olmuş olanı olmamış hale getireceğini sanıyor. Cesur bir hareket… Sadece devletin yaptıklarının değil, kendi söylediklerinin de unutulmasını bekliyor.
Ama yeni bir rejim inşa sürecinde iseniz ihtiyaç duyacağınız bir hareket. Demokratlıktan nasibini almamış insan topluluklarında her rejim kendisine uygun fiktif bir tarih üretmek, iradi demansı teşvik etmek, halka yeni anlatıyı sahiplendirmek isteyecektir.
Yeni anlatı doğal olarak kurumları da yeniden tanımlayacaktır. Daha önemlisi kurumları yeni bir bağlama, yani ilişki ve hiyerarşi algısına oturtacaktır.
Nitekim bu artık Kemalizm’in değil, İttihatçılığın ordusu… Laikliğin değil, dindarlığı milliyetçilikle birleştiren ‘yerli ve milli’ kimliğin koruyucusu. Batılılaşmanın değil, bağımsızlaşmanın savunucusu. Yaşanmış gerçekliğin değil, ‘yaşanmış olması gereken’ gerçekliğin faili.
Erdoğan da artık Kemalizm karşısında özgürlük, eşitlik arayışı içinde olan kişi değil. Yeni İttihatçılığın organik parçası. Kendisine düşeni yapmak zorunda olan, bu sayede gücünü tahkim eden ve o gücü devletle daha bütünsel ilişkiler geliştirmek üzere kullanan biri. ‘Benim Mehmetçik’im’ lafı rastgele değil. Yeni ilişki modelinin sembolik yapısını yansıtıyor.
Ancak Erdoğan’ın ikinci cümlesi daha da uyarıcı. Kimsenin bizi ‘ikinci sınıf hak ve özgürlüklere’ mahkum edemeyeceğini, bu tür kişilerin Türkiye Yüzyılı’ndan rahatsız olduğunu söylüyor.
Ne acaba bu ‘ikinci sınıf hak ve özgürlükler’? Modernliğin getirdiği, ilkesel addedilen bireysel ve grupsal hak ve özgürlükler olmasın? Öyle ise ‘birinci sınıf hak ve özgürlükler’ ne olabilir? Muhtemelen ‘milletin’ hak ve özgürlüğü… Benlik arayışı etrafında homojenleştirilmiş, tek bir meşru kimlik altında toparlanmış bir halkın geleceğe uzanan bütünsel çıkarları.
Yeni İttihatçılığın (ve Türkiye Yüzyılı’nın) millet ve devlet tasavvuru ‘faşizan’ bir tınıya sahip. Dolayısıyla gelecekle ilgili çizdiği ‘mefkure’ de o yönde bir davet. Ancak bu bize yabancı, yadırgayacağımız bir varoluş hali değil. Aksine bize ait, ‘doğal ve normal’ gelen, kolayca benimseyebileceğimiz bir rejim.
Yapılacak en büyük yanlış bu gelişmeleri Erdoğan’ın şahsına bağlamak olur. Erdoğan eleştirisinde fazla ileri giderek kendimizi aklamayalım. İttihatçılık Erdoğan’dan çok daha fazlası…
Söz konusu televizyon programını izleyen Vahap Coşkun’a dönelim:
“Ama Tanrıkulu bunlardan söz edince, programın diğer konukları sanki bunlardan ilk defa haberdar oluyorlarmış gibi bir tavır takındılar. Hatta Tanrıkulu’nu olmayan bir olayı gündeme getiren, yalan söyleyen ve Türk Silahlı Kuvvetleri’ne bühtanda bulunan biri olarak sunmaya çalıştılar.”
Programdaki davetlilerin siyasi otoriteden işaret alma ihtiyacı yok. Onlar ‘iradi demansı’ çoktan içselleştirmiş, kendi kariyerlerini bu ‘milli’ tutum üzerine inşa etmiş durumdalar. Bu tavrın oportünizmden başka bir şey olmadığı öne sürülebilir…
Ne var ki sonuç değişmez. Yeni İttihatçılığın oportünizmi böylesine ‘doğal’ şekilde tetiklemesi bile hakkımızda bir şeyler söylüyor…
Bu programın ardından Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın Tanrıkulu hakkında soruşturma başlatması, Adalet Bakanlığı’nın soruşturmaya izin vermesi ise artık sadece rutin bir gelişme.
Geçmişin sadece hoşlanmadığımız sayfalarını yırtıp atmıyoruz, geçmişte söz konusu sayfaların varlığını hatırlatanları da ‘hukuk’ yoluyla ‘milletin’ dışına yırtıp atıyoruz.
Önemli olan Yeni İttihatçılık çerçevesinde kotarılan makbul kimliğin ve onun etrafında örülen milliyetçiliğin dışlamaya, şiddete, yok saymaya ve muhtemelen yok etmeye ne denli yatkın bir ruh hali ürettiği.
Yeni İttihatçılık ideolojiye yaslanan suçları ‘millileştirerek’ aklayan, giderek bu suçları ‘milliliğin’ delili olarak yücelten bir yaklaşım. Ama endişeye mahal yok… Nasıl olsa iradi olarak unutuyor, istemediğimiz sayfayı yırtıp atıyor, yerine yenisini yazıyoruz.
____
Bu yazı Serbestiyet sitesinden kısaltılarak aktarıldı.
Makalede ifade edilen görüş ve düşünceler yazar(lar)a aittir ve FTP’nin görüş ve düşüncelerini yansıtmamaktadır.