Türkiye Cumhuriyeti’nin bir asırlık ömrünü tamamlamasına saatler kala “vaziyet ve manzara-i umumiye” gayet net:
Demokrasi mücadelesini terk etmiş (veya zorla terk ettirilmiş), çoğulcu doku belliyken militarizme teslim olmuş, nefret ve intikam hissiyle birbirini yiyen, doğal kaynaklarını sür’atle tüketen, hiçbir siyasi muhalefet kesiminde vizyonu kalmamış, dünyadan kopmuş, kurumları harabeye dönmüş, talan ve yağma kültürünün esiri olmuş, en parlak zihinlerini korkutup küstürmüş dış göçe zorlamış ve en önemlisi, (zaten mevcut olan) zihin tembelliğini iyice katlamış bir toplum ve devlet.
Hal böyle iken, ne yazacaksınız? Aşağıdaki yazıyı 1 Kasım 2022’de yazmıştım, yani neredeyse bir yıl önce. Araya sadece seçimler girdi. Ve o seçimler, korktuğum (ve o korkumu daha sonra pek çok kez paylaştığım gibi) krize çözüm yollarını açmak yerine, daha da derinleştirdi. Toplumda gelenek olduğu üzere, ülkenin çıkarcı ve çürük siyaset esnafı, önüne gelen bir fırsatı daha çapsızlığı ve cesaretsizliği nedeniyle heba etti.
En iyisi, burada sözü kesmek ve alanı 11 ay önce yazdığım, Ahval’de yayınladığım yazıya bırakmak.
—————————————
Eşi benzeri yaşanmamış çapta kurumsal yıkım ardından Türkiye’nin kaderine etki etmek için elde kalmış tek araç olan seçimin tarihini (henüz) bilmiyoruz ama bir tarih net:
Cumhuriyetin yüzüncü yaş gününü marke eden 29 Ekim 2023.
Herkesin kafasındaki soru da açık:
O gün “nasıl bir Türkiye” kutlanacak?
Her boyutuyla baskıcı, mutlak bir otoriterliği tahkim etmiş, muhalefeti (en iyi ihtimalle) tabela partilerine döndürmüş Orta Asya tipi totaliter bir cumhuriyet mi, yoksa bu tehlikeyi geçici olarak dahi savuşturmayı başarmış, kolu kanadı kırık ama tünelinin ucundaki ışık sönmemiş bir “ağır kusurlu demokrasi” mi?
Yüzüncü yıla giriş yaptık. Ve devasa sorunların üzerine örtülen perde şeffaf, içi görünmekte. 29 Ekim 2022’de iktidar ve muhalefet cephelerinin kutlamalarında asıl dikkat çekici ve ortak olan, derinlikten yoksun bir şekilcilik ve bir rutine dönüşmüş olduğu için anlamı erozyona uğramış bir sembol fetişizmiydi.
Her kamptan coşku gibi yansıyan görüntüler, derinliğine bakıldığında, son yüzyılın Türkiye’sini bir türlü asgari istikrara daha kavuşturamamış olan iç huzursuzlukların, her gün yenileri eklenerek büyüyen acıların, kapanmayan yaraların, en temel konularda bile sürüp giden hırçın tartışmaların, “bitmeyen kavga”nın, bir “demokrasi” değil de, acımasız hiyerarşiyi çürüme eşliğinde sürdürecek bir “iktidar mücadelesi” olarak devam edeceğini göstermeye yetiyor.
Yüzyıllık tarihimiz, aslında, çıkan fırsatların heba edildiği, cumhuriyetin lig atlaması için gerekli uzlaşmaların sağlanamadığı, iktidarın ısrarla suiistimal edildiği bir dönem.
En son olarak AB üyeliği süreci, böyle bir sınavın nasıl bir kör döğüşüne kurban edildiğinin, demokrasi yolunun ayrıcalık ve kimlik kavgaları nedeniyle nasıl bizler tarafından kapatıldığının örneği.
O fırsat – bazı AB liderlerinin de aymazlığıyla – bir daha geri dönmemek üzere kaçtı ve Türkiye şimdi güç dengeleri paramparça olmuş bir dünyada ileri bir aşamaya geçmek yerine, devamlılığı tahkim edilmiş bir despotizmi savuşturmak çabalarıyla yüzüncü yaşını idrak edecek.
29 Ekim’i simge ve kalıplaşmış söylemlerle kutlayanların görmek istemediği temel veriler ortada. Hangi alanda hangi endekse – ekonomi, hukuk, organize suç, yönetişim, azınlıkların durumu, insan hakları, medya… – bakarsanız bakın, Türkiye en diplere doğru savrulmuş durumda.
Özgür olmayan, suç cehennemine dönüşmüş, bir “polis devleti” niteliği kazanmış, uluslararası camiada güvenilirliğini kaybetmiş, vasıflı insan kaynağını elinden kaçırmakta olan, kuvvetler ayrılığı “tekleşme” ile sonuçlanmış her bakımdan aşırı merkeziyetçi bir ülke ve onun yönetimi, söz konusu olan.
2002 ile 2007 arasındaki ekonomik, hukuksal ve siyasal kazanımlar, bizzat onu sağlayanların eliyle heba edildi. Bugünkü yapısal çatırdama, öfke ve hınç dalgasını besliyor. Güven çöktü, ama elinde oy pusulası dışında bir imkan görmeyen, geleneksel olarak devlete sadık, ondan ürken kitleler, doğrusunu söylemek gerekirse, ölüm ile sıtma arasında sıralanan siyasi partiler arasında sıkışıklığını daha da derinden yaşıyor.
Mevcut duruma itiraz eden kitleler ve onların öncüsü olan elit, bütün bu kapkara tabloya rağmen sebep-sonuç ilişkisini son 20 yıla yığmakla yetiniyor. Geleceğin nasıl kurulacağına dair düşünce üretmek yerine, geçmişin özlemleri ve kriterleri ile sınırlı bir gelecek tasavvuru kurma tembelliği herkese sinmiş durumda. Durumun bir başka vahim yanı, seçmenin üçte birini oluşturan genç kesimin ve kadınların bu tartışmalarda yok sayılması.
Bu da doğal belki: Zira son 10 yıl, ülkede sivil toplum adına atılmış tüm adımları imha etti. Dediğim dedikçi bir hiyerarşi yeniden üretildi ve asıl eski Türkiye’yi kurmaya kararlı olan da bu “düzen”in neferleri.
100 yılın beşte biri, şaka değil, tek bir partinin, AKP’nin egemenliği altında geçti. Bunun zayıflamaya yüz tuttuğu bir dönem ardından “yetki”, yandaşlarının desteğiyle tek kişiye devredildi.
Partiyi yüzde 34 ile iktidara 12 Eylül rejiminin eseri olan yüzde 10 barajı taşımıştı. Başkanlığa geçiş de yine bir başka darbenin (teşebbüsünün) sayesinde oldu.
Ve bugün dahi kitleler ile kanaat önderleri, sebep-sonuç ilişkisinin geçmişin derinliklerine giden mahiyetini tam olarak kavramış görünmüyor.
Yaşanan bunca yıl, ülkede kendisini cazip ve ortak bir gelecek vizyonuna adamış, bunu halka benimsetmiş bir muhalefet hareketinin şekillenmesi için yeterli olabilirdi. Tam tersine, despotik yapı devlet içinde güçlendikçe ve yargı-meclis-medya otoriteye bağlandıkça, muhalefet daha da parçalandı, garip bir refleksle kimliklerine ve onun temsilcisi partilere sığındı.
Despotluğun arayıp da bulamadığı fırsatlar, her gün karşısına tepside geldi.
Son yüz yıl içinde önce askeriye sınıfı marifetiyle başlayıp en son sivil despotizmle süren kırılmalar, siyaset bilimi açısından bakılırsa, bir “Dördüncü Cumhuriyet” döneminde olduğumuzu işaret ediyor (1923-1960/1960-1980/1980-2017 ve 2017- … )
Her dönem kendi özelliklerine sahip, ama ortak yanları da belli: Sınırları çizilmiş bir siyaset alanı, cezai muameleye açık kalmış bir ifade/toplanma özgürlüğü, keyfiyet kurbanı insan hakları, bağımlı yargı ve ahlaki açıdan sorunlu bir siyaset sınıfı.
Bu ve benzeri özellikler, Türkiye’de değişimin sınıfsal dinamiklerle değil, öncelikli olarak bir zihniyet dönüşümü ile, yani kültürel kalıplardaki değişimle olabileceğini gösteriyor.
Bunun en son denemesi AB sürecinin ekonomik ve siyasal kazanımlarının davranış kalıplarına etkisi konusunda yaşandı, ama beklentilere karşın her şey olduğu gibi ters tepti: Toplum, birbirine karşıt kutuplarıyla, eski kalıplarında kalma konusundaki ısrarıyla, “müzmin kavga konusunda mutabakat” sağladı.
Peki “Dördüncü Cumhuriyet”, acaba 2023 içindeki seçimlerle, temel işletim sistemini yenileyip, huzura ve istikrara kapıları aralayacak bir “Beşinci Cumhuriyet” fırsatı yaratacak mı?
“Evet” cevabını duygusallıkla sınırlayan, çok zor bir soru.
Erdoğan’a vizyon, cesaret ve belagatle meydan okuyarak kitleleri etrafında toplayacak bir liderin yokluğu, siyasal aktörlerin köhne davranış kalıpları; ortada.
Dış dünyadan kopukluk, demokrasiyi demokrasi yapan asli unsurlar (özgürlükçü anayasa, kuvvetler ayrılığı, bağımsız yargı ve medya…) konusundaki toplumsal apati, her kesime yayılmış ahlaki çürüme da aşikar.
Ve asıl önemlisi, devleti totaliter bir yapıya dönüştürmekte kararlı iktidar kadrolarının, seçimi bir oldubittiye getirmek için sergilediği gözükaralık, elinde topladığı araçlar ve insan unsuru da göz önüne alındığında, 2023 kutlamaya izin verecek bir yıl gibi görünmüyor.
Umalım ki, paramparça muhalefet unsurları, sadece sağ ve milliyetçi partileri değil, soldaki partileri de kapsayacak şekilde genişleyebilsin.
Ülkenin üzerine koyu gölge düşmüş Yüzüncü Yıl’ını ancak bir ortak cephe aydınlatabilir.
Ucuz koltuk ve ikbal hesaplarıyla, kısa vadeli taktik oyunlarla kurgulanmış siyaset senaryoları değil.
_____________________
Ek not:
Bu yazının ardından 11 ay geçti, yıldönümü arifesinde, ekonomik kriz refakatinde, reflekslerle iyice kimliklerine sıkışmış olan, “sebep-sonuç” ilişkisini analizden aciz bir toplum, otoriterleşmenin elinde rehine, daha da karanlık dehlizlere sürüklenmekte. Kimbilir, belki de bildik-tanıdık Cumhuriyet’in, anamuhalefetin de sersemliğinin katkısıyla, oldubittiye getirilen 16 Nisan 2017 referandumu ile mezara gömüldüğünü öne sürmek de mümkün. Belki de, ahı gitmiş vahı kalmış bir “sistem”in, Prof Hamit Bozarslan’ın yerinde tespitiyle “mayası tutmamış” bir “yönetim projesi”nin yasını tutuyoruz da, farkında değiliz. Düşündükçe içim kararıyor. Ama “vaziyet ve manzara-i umumiye” ne yazık ki böyle.
Makalede ifade edilen görüş ve düşünceler yazar(lar)a aittir ve FTP’nin görüş ve düşüncelerini yansıtmamaktadır.