Bugün Türkiye Cumhuriyeti yüzüncü yılını kutlayacaktı. Ama sadece “kutlayacaktı”; çünkü olayın önemine eşdeğer resmî bir kutlama öngörülmüyor. Orada burada dağınık, buram buram millet, cumhuriyet ve Atatürk güzellemesine sıkışmış, genellikle sivil toplum ve şirketlerin marifetiyle musikî, edebî ve akademik etkinlikler var.
Ama örneğin Yunan Bağımsızlığı’nın ikiyüzüncü yıldönümü ya da Fransız Devrimi’nin ikiyüzüncü yılı ayarında bir faaliyet yok. Araya bir de Gazze Katliamı girince muktedir, canına minnet, alışılagelmiş resepsiyonu bile iptal etti.
Rejim havlu atmış filan değil, işine geliyor. Zira açıkça savaştığı bir sembolü kutlamakla ilgilenmiyor, ahali de bu oldubittiyi çıtını çıkarmadan kabul etmiş durumda. Belki o da kutlanacak pek bişey olmadığının farkında. Sadece, Pazar gününe denk gelmesinden memnun değil…
Nitekim 29 Ekim 1923’te Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları tarafından Osmanlı İmparatorluğu’nun küllerinden yaratılan modern, Batı odaklı, kurallara dayalı ve esas, laik cumhuriyet artık yok.
Ve eğer bu cumhuriyetin muhaliflerince “kutlanacak” bir şey varsa, o da bu cumhuriyetin yıkılması ve yerine şanlı “Türkiye Yüzyılı”nın başlamasıdır.
Bu noktaya nasıl gelindi? Önümüzdeki on yıllar bu tarihî fiyasko üzerine epey akademik çalışma yapılacağı kesin, ancak şimdilik bu fiyaskoyu yaratan bazı faktörleri ele alalım.
Her şeyden önce Türkiye Cumhuriyeti Devleti, otuz yıl boyunca (1894-1924) nüfusun beşte birine tekabül eden üç milyon Gayrimüslim vatandaşını ortadan kaldıran kanlı bir etnik temizliğin üzerine bina edildi.
Böylesine çürük temellerin elbette vahim sonuçları oldu.
Türkiye böylece çoğunluğunu Ermenilerin, Rumların ve diğer Gayrimüslim azınlıkların oluşturduğu burjuvazisini yok etti. 1923’ten sonra devlet tarafından yaratılan “Müslüman Türk burjuvazisi”, tanımı gereği devletin kapıkulu oldu.
Her şeye gücü yeten ve tüm kuralları belirleyen tek aktör haline gelen devletin boyunduruğu altında toplumsal sözleşme bir hayale dönüştü.
Memleket, birbirlerine hasım ve kendi mahallelerinde kendileri için yaşayan farklı gruplardan oluşuyordu: laikler, dindar Sünni Türkler, Aleviler, Kürtler, ayrıcalıklılar ile maraba, gençler ile yaşlılar vs. Tüm bu grupların çok az ortak paydası vardı, hâlâ da yok.
Ancak en kritik zaaf ülkenin temel kurumlarını etkileyen arızalarda ortaya çıkar.
Cumhuriyetin ilk on yıllarında laik orta sınıf göreceli bir istikrar sağladı; toplumsal kargaşa tahammül edilemez hale geldiğinde sistemin açıkları artarda gelen askerî darbelerle kapatılmaya çalışıldı. Türkiye’nin Soğuk Savaş’ta “özgür dünya” içinde yer alması da istikrarı kolaylaştırdı. Ancak bu geçici istikrar çeşitli iç ve dış faktörler sonucu bozuldu. Ve özellikle laik cumhuriyetin başlıca meydan okuyucusu olan Siyasî İslam tarafından.
2013’ten bu yana yaşananlar öğreticidir. Siyasî İslam meydan okumaya başladığında cumhuriyet kurumlarının ne kadar kırılgan olduğu faş oldu. Denge ve denetleme mekanizmalarından yoksun, sağlam bir toplumsal sözleşmeye dayanmayan, hesap verebilirlikten yoksun kurumlar direnemediler. Böylelikle ekonomi, genel idare, askeriye, akademi, hariciye, yargı ve medya çarçabuk yerle bir oldu.
Bugün cumhuriyetinin yüzüncü yılında Türkiye, tefessüh etmiş bir devlete sahip hasta bir siyasa. Herkesin herkese düşman olduğu, paranoyak, savaşperver ve katiline âşık bir ahali; zengin Arap hempalarının verdiği harçlıklarla ayakta kalmaya çalışan gayet vasat bir ekonomi; yerlerde sürünen eğitim sistemi; büyük bir beyin göçü; nüfusunun önemli bir kısmına tekabül eden Kürtlerle sürekli savaş hali; boyuna posuna bakmadan girişilen ebedî savaşlar…
Ülke uzun zamandan beri hukukun üstünlüğünün işlediği bir yer olmaktan çıkmış, keyfiliğin kural olduğu totaliter bir rejime dönüştü.
Erdoğan’a gelince, takıntısı son tahlilde Atatürk, alt edemediği tek şahsiyet. Pazar gününden itibaren muradı Türkiye’nin en büyük kahramanı ve devlet adamı olarak Atatürk’ü iptal ve ikame etmek, tıpkı “Türkiye Yüzyılı”nın yüz yıl önce kurulan Türkiye Cumhuriyeti’ni iptal ve ikame edeceği gibi.
Erdoğan liderliğindeki totaliter rejim, nüfusun önemli bir kısmı onun gibi düşündüğü ve davrandığı sürece varlığını sürdürecektir. Günün birinde iyi bir memleket olabilmek için Türkiye’nin 1945’ten sonra Almanya’nın denazifikasyonuna benzer bir faaliyete ihtiyacı olacaktır. Ama biz bundan ve kutlanacak herhangi dişe dokunur bir şeyden daha çook uzağız.
Memleketin başına on yıldır çöreklenmiş rejimi ve onlardan önce yapılan korkunç yanlışları paranteze alsak bile geriye kutlanacak pek bir şey kalmıyor. Şu birkaç performansa bakın hele.
1950’de Güney Kore ekonomisi ile Türkiye ekonomisi aynı azgelişmişlik seviyesinde; ya bugün?
Yapılan ihracatta yüksek katma değer oranı Ermenistan ve Yunanistan’ın hayli gerisinde.
Sanayinin medar-ı iftiharı ölüm dronlarının hayatî parçaları ithal. Onlardan geçtim, otomotiv sanayi ağırlıklı olarak montaj.
Tarımda kendine yetebilen ender ülkelerden net tarım ithalatçısı kategorisine geçtik.
Gelişmekte olup çevreyi en çok kirleten ülkeler kategorisindeyiz.
Neredeyse bütün komşularıyla bir şekilde kavgalı, içerde şiddetle yatıp şiddetle kalkan bir toplumuz.
Temel haklar ve özgürlükler sıralamalarının istisnasız hepsinde nal toplayan bir ülkeyiz.
Kızlarda okullaşma düzeyi İran’ın gerisinde.
Genel eğitim uluslararası kıyaslamalarda sonlarda.
Edebiyat dışında Nobel ödüllü yok.
Değerli bilim insanlarının ezici çoğunluğu yurtdışında serpilir, büyür, üretir. İkinci Nobel ödüllü bu kategoride.
Dünya çapında edebiyatçısı ve sanatçısı eser miktarda.
Uluslararası kişilikler kategorisinde misâlen bir arabulucu veya müzakereci, göze çarpan tek bir ismi yok.
İslâm âlimleri arasında tek bir Türkiyeli yok.
Vicdan, akıl, hicap, ar, edep, günah gibi temel değerlerin kimsenin umurunda olmadığı bir insan güruhuyuz.
Bir tek voleybolcu kadınlar var işte…
29 Ekiminiz mübarek olsun!
Makalede ifade edilen görüş ve düşünceler yazar(lar)a aittir ve FTP’nin görüş ve düşüncelerini yansıtmamaktadır.