Ekonomik krizden depreme ve iktidarın deprem sürecindeki yanlılığına, hayat pahalılığından yönetimde partizanlık, keyfilik ve yaygınlaşan hukuksuzluğa karşın 14 Mayıs seçimlerini bir kez daha iktidar blokunun kazanması, iktidarın başarısı değil muhalefetin başarısızlığıydı. Sonucu belirleyen iktidarın yaptıklarından çok muhalefetin yapamadıkları oldu.
Sonuçta iktidara oy veren seçmenin bile çok önemli bir kısmı hayatın daha iyi olacağı inancıyla değil muhalefet kazanırsa daha da kötü olacağı kanaatiyle oy verdi. Muhalefet tüm liderleri, partileri ve ittifaklarıyla beraber değişimin kaos ve karmaşa olmadan başarılacağına seçmeni inandıramadı.
Fakat muhalefetteki ittifaklar iç gerilimlerini dışarı yansıtmaktaki ısrarlarının seçmende güven inşa edememenin kök nedeni olduğunu anlamadı. Kılıçdaroğlu ve CHP adaylık tartışmasının dışına çıkıp süreci yönetemedi. Muhalefet herhangi bir stratejisi olmayan bir kampanyayı yeterli gördü. Kılıçdaroğlu popülist söylemle popülizmi, otoriter bir liderlikle otoriterliği yenebileceğini sandı.
Muhalefet “Kılıçdaroğlu aday olmalı mı olmamalı mı” sorusuna cevap aramaktan kurtulamadı, enerji yeniyi anlatmaya yönelemedi. Korkarım ki yerel seçimlerde de “ittifak olmalı mıydı olmamalı mıydı” tartışmalarıyla meydan yine iktidara bırakılacak.
Sonunda 14 Mayıs’a giden süreçte bir dizi hayati hata sonucu muhalefet kazanma potansiyeli ilk kez bu denli yüksek olan bir seçimi kendi maharetiyle kaybetti.
Muhalefetin strateji yoksunu ve kaba popülizme sarılan kampanyasına karşı Erdoğan sağlam bir ittifak stratejisi kurdu, devlet aygıtının tüm gücünü kullandı, seçimi kazandı.
Seçmenden bakınca ise hikaye biraz farklı katmanda seyretti. 2010’dan beri derinleşen kutuplaşma 2017 Anayasa referandumundan sonra kronikleşti. Toplum Erdoğan yanlıları ve karşıtları şeklinde yüzde 52-48 ikiye bölündü.
Muhalefet, seçmenin zihninde ve duygularında bu kutuplaşmanın ürettiği ambargoları kıracak ne aday ne program ne söylem geliştirdi. Seçim “birarada yaşamı”, “demokrasiyi”, “devleti kurum ve kurallarıyla yeniden inşa etmek” iddiası üzerinden değil “Erdoğan’ı yenmek” üzerinden yürüdü.
Seçimin kaybedilmesinin muhalif seçmen üzerinde yarattığı hayal kırıklığı ve öfke, seçimin ardından muhalif aktörlerin tutum, tavır ve söylemleriyle daha da derinleşti. Bugün yalnızca muhalif seçmende değil tüm seçmenin üçte ikisinin psikolojisinde ve zihninde yaşanan siyasetsizleşme.
Seçimden sonra hemen her parti ve ittifak soğukkanlı bir değerlendirme, özeleştiri yerine kendi iç gerilimlerine teslim oldu. Öncelikle unutulan, seçim rallisinin bitmediği, önlerinde son bir yerel seçim etabı olduğu.
14 Mayıs ardından başta İYİ Parti olmak üzere tüm partilerin birbirine öfkesi iktidarın arzuladığı “siyasetsizleşmeyi” çoğalttı. Bu sürecin içinden bakılınca İYİ Parti’nin son kararının ülke açısından yarar mı zarar mı getireceğini göreceğiz. Kendileri açısından ise riskli ve o nedenle de cesur bir karar olduğu açık.
Kararın risk ya da fırsat tarafı İYİ Parti’nin potansiyel toplumsal tabanının bu karara ne tepki vereceğine bağlı. Genç bir parti olarak İYİ Parti’nin seçmen tabanında partiye sadakatin henüz çok güçlü olmadığını biliyoruz. O nedenle daha çok potansiyel seçmeni bakımından değerlendirme yapabilmek mümkün.
İYİ Parti’nin potansiyel toplumsal tabanı kim? Zaman zaman İYİ Parti’nin toplumsal tabanı olmadığı, MHP ve milliyetçi kadroların bölünmesinden vücut bulduğu değerlendirmeleri öne çıkıyor olsa da bu cevap bunca kutuplaşmanın, bunca yeni parti girişiminin olduğu bir toplumda kurulur kurulmaz yüzde 10 civarında bir oy potansiyeline nasıl ulaşıldığını açıklamıyor. Çünkü İYİ Parti’nin temsil ettiği ya da kendisine temsilci arayan bir toplumsal taban var. Fırsatı da esas itibarıyla bu potansiyel sosyolojik tabanın varlığı.
İYİ Parti potansiyel seçmeni CHP’den sonra eğitim seviyesi en yüksek ikinci seçmen kümesi. Yine CHP’den sonra çocukluğu yani iyiyi, doğruyu, güzeli öğrendiği dönemi şehirler ve metropollerde geçmiş olan en yüksek ikinci seçmen kümesi. Hayat tarzını yüzde 40 modern, yüzde 48 geleneksel muhafazakar ve yalnızca yüzde 12 dindar muhafazakar olarak tanımlıyor. İYİ Parti Türklerin ve Sünni Müslümanların partisi ama toplumda yüzde 64 oranındaki insan kendini dindar ve sofu olarak tanımlarken İYİ Partililerin yüzde 50’si kendini dindar ve sofu olarak görüyor.
Daha da önemli ayrıntı İYİ Parti seçmeni kendini “milliyetçi” ve “Atatürkçü” olarak tanımlıyor. CHP’ye mesafeli ama Atatürkçü kimliğiyle de Erdoğan ve Ak Parti karşıtı duyguları güçlü. Sınıfsal tabanı olarak şunu not etmek mümkün; en az CHP’liler kadar gelir seviyesi bakımından ortalama üstü kesimlere yaslanıyor.
İYİ Parti başlangıcında bir yandan örgütsel kapasitesini ülkücü, milliyetçi kadrolardan beslenerek geliştirdi, diğer yandan şehirli, metropollü, eğitimli kadrolarla vitrinini düzenledi. Bu ikili yapı sorunlar da üretti. 14 Mayıs seçimlerinin ardından vitrindeki kadrolarından da eksilmeler yaşadı.
Aynı zamanda İYİ Parti’nin iç tartışmalarından da biliyoruz ki partinin kimlik sorunu var. Ve ittifak içinde durmaya devam ederek kimliğini bulamamak ya da geliştirememek derdi var. Soru, kimliğini ararken, güçlendirirken hangi seçmen kümesine yaslanacağı…
Ülke göç ederek kentleşmeye devam ediyor. Göçün karakterindeki değişiklikle artık doğrudan büyük şehirlere gelinemiyor ama köyler ilçe merkezlerine, ilçeler kendi kent merkezlerine akmaya devam ediyor. Yalnızca şehirler değil kasabalar, ilçeler değişiyor. Gündelik pratikler değişiyor.
Toplumsal cinsiyet eşitliğinden çevre ve iklim değişikliği meselelerine birçok konuda henüz büyük gayret ve değişim gözlenmiyor gibi olsa da farkındalık yükseliyor. Öte yandan şehirlerde, metropollerde yükseliyor sanılan milliyetçilik aslında lümpenleşiyor, şovenleşiyor. Gidişata itiraz bir iddiaya dönüşemediği için lümpen, yıkıcı, yalnızca neye karşı olduğu konusunda öfkeli bir ruh halini besleyen kalabalıklar çoğalıyor.
İYİ Parti’nin meselesi nelere karşı olduğunu göstermek değil, neden yana olduğunu anlatmak. Bugün ülkenin meselelerine iktidarın çizdiği zihni sınırlar içinde kalarak, örneğin demokratikleşme, Kürt meselesi, toplumsal cinsiyet eşitliği, güvenlik ve terör, sığınmacılar gibi konularda güvenlikçi bir pozisyonu mu güçlendirecek yoksa farklı bir pozisyon mu üretecek?
Örneğin iktidarın Medeni Kanun’da yapmaya hazırlandığı kadın haklarını daha da geriye götürecek değişikliklere, merkeziyetçiliği güçlendirecek Anayasa değişikliği talebinde nasıl pozisyon alacak? Bu yazı dahil, bu türden tartışmaları katkı olarak mı görecek yoksa iktidar gibi “herkes sussun, uslu olsun” mu isteyecek?
İYİ Parti de dahil muhalefetteki partilerin yerel seçime kadar radikal, kayda değer değişim üretmelerini beklemenin de gerçekçi olmadığının farkındayım. Yine de CHP, İYİ Parti ve diğerlerinin yerel seçimlerdeki pozisyonlarının ve söylemlerinin geleceğe dair önemli bir ipucu vereceğini öngörebiliriz.
Önümüzdeki dört ayda yapılacaklar, söylemlerin içeriği partilerin gelecekleri açısından alacakları oy kadar önemli olacak. Sanırım liderlerin, adayların, aktörlerin ittifakları ya da gerilimleri üzerinden değil meseleler üzerinden yürütülecek çabalar, arayışlar, değişimler partilerin geleceğinde daha önemli etkenler olacak. Ya da yerel seçimler yerel demokrasi, yerel kalkınma yerine “ittifak olmalı mıydı olmamalı mıydı” tartışmalarına feda edilecek.
Bu yazı, Gazete Oksijen’den kısaltılarak aktarıldı. Tamamına buradan ulaşabilirsiniz.
Makalede ifade edilen görüş ve düşünceler yazar(lar)a aittir ve FTP’nin görüş ve düşüncelerini yansıtmamaktadır.