14 Mayıs’a doğru, aylardır olgunlaşmakta olan ve 6 Şubat depreminden sonra perçinlenen baskın görüş, muhalefetin her iki seçimi ilk veya ikinci seferde ama her hâl ve kârda kazanacağı yönünde. Aksini düşünen – rejim taraftarları dâhil – neredeyse yok.
Aritmetik olarak ve olağan koşullarda, yani seçimler âdil ve özgürce cereyan ettiğinde Erdoğan ile rejimin kazanması imkânsız görünüyor. Bu öngörüyü reddetmek pek mümkün değil. Ne var ki memleket hukuk dışı bir gezegende seyrediyor.
Bu bağlamda, seçme ve seçilme koşullarının Kasım 2015’ten bu yana olağan olmadığını söyleyen, aşırı özgüvenin tehlikelerine işaret eden ve ölüm kalım savaşı evresine intikal etmiş rejimin gözünü kararttığına ve iktidarda kalmak için istisnasız her şeyi yapacağına dikkat çeken bir avuç tedirgin azınlık, açıkça vatan haini muamelesi görüyor.
İhtiyat çağrılarına itiraz iki türlü.
Aritmetik itiraz, farkın çok büyük olacağını varsaydığından hile yapılamayacağını varsayıyor. Ölüm kalım mücadelesine girmiş ve Mart 2019’dan beri seçim mühendisliğiyle yani hile organizasyonu ile haşır neşir olan rejimin farkın boyutuna istinaden hile yapmaktan çekineceği varsayımını anlamak kâbil değil. Kimden korkacak?
Son on yıldır çalmadığı seçim, delmediği anayasa maddesi, uygulamadığı yasa, ihlal etmediği hayat hakkı, mahvetmediği doğal alan, cebe indirmediği millî kaynak, vermediği hesap kalmayan, memleketi baştan aşağıya ele geçirmiş tepeden tırnağa silahlı bir suç makinesinden bahsediyoruz.
İlkiyle bağlantılı diğer itiraz, ekonomi ağırlıklı. Hile ile seçilirse, seçimden sonra Batıya avuç açmak zorunda kalacağından “Batıyı kızdıramaz” deniyor. Bugüne kadar bu korkunç rejimin memleket içinde ve memleket dışında göstere göstere yaptığı melânetlerin bir tekine dahî ses çıkarmayan Batı, üstelik şimdi Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısıyla altüst olmuşken Ankara rejiminin hilesine mi çemkirecek?
Sanırım esas mesele rejimin gitmesi-kalması ikileminin ötesinde, daha derinde bir yerlerde. Türkiye’de muhalif siyaset seçimden seçime yapılıyor!
Hâl böyle olunca her toplumun yaşamında önemli bir yer tutan ama yegâne muhalefet etme biçimi de olmayan seçim Türkiye’de muazzam bir enerji birikimine neden oluyor: Bir nevî seçim fetişizmi!
Seçimlerin, demokratik gelenekleri kuvvetli toplumlara kıyasla aşırı öneme sahip olmasının iki nedeni olabilir.
İlki, Türkiye’nin bir hukuk devleti olmaması. Aksine, hukuk devleti ilkelerinin, çoğunluğu temsil eden ve/veya gücü tekelinde bulunduranlarca hiçe sayıldığı bir memleket olması.
Vekil adaylarına bakın, aralarında iki seçim arasında başlarına gelen ve hesabını soramadıkları felâketlerin hesabını sormaya meclise gelenler az buz değil, her seçimde olduğu gibi.
Çoğu da açık açık söylüyor zaten: “meclise hesap sormaya gidiyoruz”! Zira memlekette hak ihlâllerine çare olacak adalet yok. Eskiden de yoktu ama son on yılda sistem tamamen çöktü.
Siyasî kültürümüzün asırlık temel taşları sorumsuzluk, hesapvermezlik, devr-i sabık alerjisi, cezasızlık ve hafızasızlık, siyaseti tamamen kuşatmış durumda.
Diğeri, toplumsal ve bireysel itiraz geleneğinin güdüklüğü. Albert Hirschman’ın 1970 tarihli Exit, Voice and Loyalty: Responses to Decline in Firms, Organizations, and States (“Terk, İtiraz ve Biat: Şirketler, Örgütler ve Devletlerin Gerilemesine Tepkiler”) başlıklı temel eseri Türkiyelilerin önündeki seçenekleri mükemmel ortaya koyar.
Biat mâlum, ezici çoğunluğun ruh ve şuur hâlidir memlekette. Rejimin dağıttığı ihaleden, sadakadan, tüketim olanaklarından, itibardan, milliyetçi hamasetten, kin ve intikam ruhundan, kavruk muhafazakârlıktan gayet memnun bu “kara kalabalık” biatçıdır. Bunların terk etmek veya itiraz etmek gibi bir dertleri yoktur. Yaşayabildikleri kadar hayatlarını yaşarlar.
Terk, 200 yıldır göç veren ve bu yüzden sürekli beyin ve beceri kaybeden toprakların yeni göçlere maruz kalması demektir. Bu gidişat 1 Kasım 2015 sonrasında başladı, 15 Temmuz sonrasında ciddî boyutlara erişti.
Kovuldu Türkiyelilerin bir kısmı memleketlerinden.
Gelelim itiraza. Bu tepki, iktidarı karşısına alma cesaretini göstererek, sesi gür çıkan bir toplum demek. Kürtlerin belli bir bölümünü temsil eden Kürt Siyasî Hareketinin dışında var mı böyle şeyler Türkiye’de?
19 gün süren Gezi Protestosu, Boğaziçi Üniversitesi hocaları ve çoban ateşi çevreci itirazlar dışında, misâlen aylardır İran’da cereyan eden ölümlü protestolar benzeri hareketler var mı, ya da hiç oldu mu memlekette?
Mücadeleye murad edenlerin, “hiçbir yere gitmiyoruz”, “burası bizim”, “kalan sağlar bizimdir” yollu hamasî lakırdıları dile getirdikten sonra dönüp geldikleri yer, mücadelenin lider değişikliğiyle cereyan etmesi gerektiği. Yani seçimle. Muhalefetin Mart 2019’da yerel seçim başarısından bu yana papağan gibi “erken seçim” sayıklayan gasteci güruhunu hatırlayın.
Oysa Türkiye toplumu ve bireyler 2013’ten bu yana cumhuriyet tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir baskı rejimine maruz.
Ne var ki hoşnutsuzluğu parlamento dışı yollarla ifade etmekten aciz, doğrudan demokrasi, ademimerkeziyet, sivil itaatsizlik nedir bilmeyen, defalarca patlama noktasına gelip her defasında evine dönmeyi yeğlemiş, bireyci, toplumsal bilinçten uzak ve ürkek bir “beyaz kalabalık” söz konusu olan.
Bunlar için en risksiz itiraz biçimi seçimdir.
Böylece bu iki olumsuz dinamik, – hukuk devleti eksikliği ve itiraz zafiyeti – seçimi fetişleştirir, bu edimi yegâne siyasî meşruiyet kaynağı mertebesine, seçimden beklentiyi de had safhaya taşır, daha beteri, seçimi demokrasiyle eşitler.
Dertlere bulunacak devaları “başkanlardan” oluşan ve kahir ekseriyeti gayridemokratik yollarla aday olan siyaset esnafına ihale eden bu çarpık sistem ışığında 14 Mayıs sonucu okuması yapacak olursak, kim kazanırsa kazansın memleketin kangrenleşmiş kadim sorunlarının çözümü mucizelere kalmış görünüyor.
Ezkaza muhalefet kazanırsa birkaç gün nefes alınabilecek, o kadar.
Yukarıda ifade edilen görüş ve düşünceler yazar(lar)a aittir ve FTP’nin görüş ve düşüncelerini yansıtmamaktadır.