Beklentilerin aksine Erdoğan’ın Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) ile Milliyetçi Hareket Partisi’nin (MHP) de dahil olduğu Cumhur İttifakı parlamentoda çoğunluğu elde etti.
Büyük bir sürpriz olmazsa, Erdoğan iki hafta sonra, 28 Mayıs’ta yapılacak ikinci turda da zafer kazanacak gibi görünmekte. Ve, garip bir şekilde, Avrupa Birliği içindeki bazı kesimler de rahat bir nefes alacak.
Hem Brüksel’de hem de diğer AB başkentlerinde, Kılıçdaroğlu’nun liderliğinde Türkiye-AB ile ilişkilerinin yeniden tanımlanacağı ve niteliksel olarak geliştirileceğine dair endişeler giderek artmaktaydı. Bu sadece AB-Türkiye Gümrük Birliği’nin güncellenmesi ve vize serbestisi konusunda bir anlaşma arayışını değil, aynı zamanda, uzun süredir donmuş olan katılım müzakerelerinin muhtemelen yeniden başlatılmasını da içerecekti.
Ne var ki, Kılıçdaroğlu’nun kazanması ve AB’yi yeniden yapılandırma teklifinin zamanlaması AB için son derece sakıncalı olacaktı; zira tam da birlik başkentlerinin Ukrayna’nın AB’ye katılımının derin etkilerini ciddiyetle tartışmaya ve sindirmeye başladığı bir döneme denk gelmekteydi.
Aslına bakılırsa, blok liderlerinin Aralık ayındaki zirvelerinde Kiev ile katılım müzakerelerini resmen başlatmaları muhtemel.
Üst düzey AB yetkilileri arasındaki endişe, Kiev’in katılım konusunda Ankara’dan çok daha geniş bir siyasi desteğe sahip olmasına rağmen, Kılıçdaroğlu’nun AB-Türkiye katılım müzakerelerini yeniden canlandırma arzusunun, genişleme ve Ukrayna konusundaki son derece hassas tartışmaları karmaşık bir hale getirebileceği yönündeydi.
Zira, Brüksel’de ve birçok AB başkentinde, Batı Balkanlar’ın yanı sıra Ukrayna’yı da AB’ye kabul etmenin bedelinin, Türkiye’nin asla birliğe katılmayacağının açıklığa kavuşturulması üzerinden olabileceği görüşü hakim.
Adının açıklanmaması kaydıyla konuşan üst düzey bir (AB’li) yetkiliye göre, “Bir aşamada, Ukrayna ve Batı Balkanların nihai genişleme halkası olduğunu açıkça belirtmemiz gerekecek. AB’nin hem Türkiye’yi hem de Ukrayna’yı içine alabileceği düşünülemez. Piyasa bunu kaldırmaz.”
Rusya’nın saldırı savaşı nedeniyle Ukrayna’nın AB üyeliği süreci daha da ivme kazanmış durumda. Gerçekten de on veya yirmi yıllık bir zaman diliminde gerçekleşse bile, bloğa kabulü artık jeopolitik bir gereklilik olarak görülüyor.
Kazanması halinde Kılıçdaroğlu’nun başkanlığını AB liderleri elbette memnuniyetle karşılayacaklar. Ayrıca onun reform gündemini destekleyecek ve onunla daha yapıcı bir şekilde çalışma arzusunun sinyallerini verecekler.
Fakat Ukrayna savaşı Türkiye’yi blok için daha düşük bir öncelik haline getirdi – bu sadece uzun süredir devam eden AB çekinceleri ve önyargılarının değil, aynı zamanda jeopolitik zorunlulukların da bir zayiatı.
Dolayısıyla, 28 Mayıs’ta Kılıçdaroğlu’nun kazanması halinde, üye ülkelerin bir strateji belirlemek üzere Haziran ayındaki zirvede Türkiye’yi gündeme getirmeleri muhtemel.
Ancak bu tartışmanın sonucu şimdiden belli: AB “yapıcı belirsizliğe” sığınacak. Bu da muhalefetin kazanması durumunda katılım müzakerelerinin muhtemelen yeniden başlatılacağı, ancak ucu açık kalacağının bilinmesi gerektiği anlamına geliyor.
Ve iki taraf Kılıçdaroğlu’nun ilerlemelerini açıkça reddetmek yerine daha dar, kısa vadeli bir “pozitif gündeme” odaklanacak.
Veya bir başka üst düzey AB yetkilisinin dediği gibi “Zaten ölü olan bir süreci öldürmek için neden siyasi itibar kaybedelim?”
Türkiye’nin AB üyeliğine kişisel olarak karşı çıkan ancak belirsiz kalmayı kabul eden eski Almanya Şansölyesi Angela Merkel’in yaklaşımı da esasen buydu. Başka bir deyişle, ilişkileri yeniden başlatmak için sert ve iddialı vaatlerde bulunmak pek mümkün olmayacak.
Ancak AB ne istediğine dikkat etmek zorunda. Erdoğan’ın kazanması halinde, bloğun genişleme politikasına ilişkin diğer zorlu tartışmalardan kaçınılacağı ve ilişkilerin bir kez daha her iki tarafın da bildiği ve anladığı dostane, işlemsel ve düşmanca politikaların tanıdık modeline yerleşeceği doğru olsa da, birçok zorluk devam edecek – ve onun başkanlığı altında muhtemelen daha da büyüyecek.
Çok kısa vadede ilişkiler muhtemelen sakin olacak. Brüksel, Türkiye’nin Şubat ayındaki yıkıcı depremlerden sonra toparlanmasına yardım etmek için 7 milyar dolarlık mali yardım sağlamaya öncelik verirken, Ankara da Rusya’nın yaptırımları delmesini engellemek için AB ve ABD’den gelen baskılara muhtemelen daha açık olacaktır.
Erdoğan’ın Rusya ile Ukrayna arasındaki BM destekli Karadeniz tahıl anlaşmasını koruma çabaları da Avrupa’da memnuniyetle karşılanacaktır.
Ankara, bir yandan AB’yi daha fazlasını yapmadığı için azarlarken, öbür yandan Türkiye’deki 3,5 milyon Suriyeli mülteciye milyarlarca avroluk yardım finansmanı sağlamak için Brüksel ile birlikte çalışmaya devam edecek.
Fakat Kılıçdaroğlu (kazanırsa) aslında Rusya’nın yaptırımları delmesini engelleme konusunda artan baskılara daha da açık olacaktır. Ayrıca Karadeniz tahıl anlaşmasını koruma çabalarını iki katına çıkarma ihtimali de çok daha yüksek.
Kılıçdaroğlu yönetiminde Ankara, Suriyeli mültecilerin yönetimi konusunda da Brüksel ile çok daha yapıcı bir şekilde çalışacak.
Ancak Erdoğan gerçekten kazanırsa, daha fazla demokratik gerileme yaşanacak; ve rekabet halindeki jeopolitik çıkarlar orta ve uzun vadede, gerilimleri anlamlı bir şekilde yükseltecektir.
Türkiye’nin katılım müzakereleri dondurulmuş olarak kalacaktır. 2016 göç anlaşmasının güncellenmesi ya da bazı maddelerinin yerine getirilmesi de pek olası görünmüyor.
Brüksel Türk vatandaşlarının bloğa vizesiz seyahatini reddetmeye devam edecek. 1995 tarihli AB-Türkiye Gümrük Birliği anlaşmasının güncellenmesi konusunda da hiçbir hareket olmayacak.
Bunlar yerine, durgunlaşan AB-Türkiye ilişkileri daha da kötüleşecektir.
Bir tarafta Türkiye ve diğer tarafta AB üyeleri Yunanistan ve/veya Kıbrıs arasındaki ikili anlaşmazlıklar, Ankara ile tüm blok arasındaki gerilimi körükleme riskini de beraberinde getirecektir, ki bu da Erdoğan’ın mülteci ve göçmenleri Avrupa’ya salmaya yönelik yeni bir çabasının habercisi olabilir.
Ayrıca, özellikle Türkiye’nin ihtilaflı sularda hidrokarbon aramalarına yeniden başlaması halinde askeri gerilimler de körüklenebilir.
Genel olarak, Türkiye’deki seçimlerin açıkça ortaya koyduğu şey, net bir AB-Türkiye politikasının olmaması.
“Tanıdık şeytan daha iyidir” sözünün yerini ikamet edecek hiçbir şey yok.
Bu yazı, Politico sitesinden çevrilerek aktarıldı. Orijinaline buradan ulaşabilirsiniz.