Tayyip Erdoğan’ın 28 Mayıs’ta yapılan ikinci tur oylamada yeniden cumhurbaşkanı seçilmesiyle ‘’Mayıs 2023 seçim süreci’’ sona erdi. Böylece, ‘’Cumhur İttifakı’’ hem yasama hem de yürütmedeki hâkim durumunu korumuş oldu.
Bu sonucu değerlendirmeden önce, 14-28 Mayıs seçimlerinin sonucuyla ilgili bir yanlış anlamaya kısaca işaret etmek istiyorum. Öyle görünüyor ki, taraftarları Cumhur İttifakı’nın seçim başarısından yanlış bir sonuç çıkarıyorlar.
Onların çoğu en başta seçim sonucunu Erdoğan ve ortaklarının – ve elbette, destekçiler olarak kendilerinin de – haklılıklarının bir kanıtı olarak görüyorlar: Muhalefetin eleştirilerine rağmen “halk” Erdoğan’ı ve Cumhur İttifakını tercih ettiğine göre, muhalefetin eleştirileri yanlış iken, iktidar cenahı temel siyasî yaklaşımı ve icraatı bakımından “doğru”yu temsil etmektedir.
Bu görüşün yanlış olduğu çok açıktır, çünkü doğruluk ve haklılık bir sayı veya sayısal çoğunluk meselesi değildir. Ayrıca, “halkın sesi hakkın sesi” değildir, “halk” her zaman doğru karar vermez yani!
Çoğunluk olmanız, kendi başına, doğru yolda olduğunuzun veya haklı olduğunuzun kanıtı değildir. Başka bir deyişle, seçimler doğruluk/yanlışlık testi olmayıp, sadece kimin iktidar mevkiine geleceğini belirleyen bir araçtan ibarettir.
Bu çerçevede, siyaset söz konusu olduğunda seçimler yoluyla belirlenen çoğunluk, sadece anayasa ve hukuk çerçevesinde yönetme yetkisi elde etmiş olur. Yoksa çoğunluğu haklılık ve doğruluğun referansı yapmaz.
Şimdi, bu seçimlerde sonucun şaşırtıcı olduğunu kabul etmek gerekir.
Çünkü, ister son beş yıllık görev dönemini esas alalım, isterse daha geri gidelim, Erdoğan’ın hemen hemen her bakımdan – yani, özgürlük, adalet, barış ve refah bakımlarından – kötü olan performansı karşısında, bu, normal bir demokraside gerçekleşmesi öngörülebilecek bir durum değildir.
Bir öznenin şu veya bu ödülü hak edip etmediğini belirlemenin başlıca yolu, onun geçmişteki performansını değerlendirmektir. İyi veya doğru şeyler yaptığınız için ödülü hak edersiniz. Adaletin temel bir anlamı budur.
Muhalefetin seçim kampanyasındaki performansı tatminkâr olmasa bile, “halkın” böylesine başarısız bir siyasî kadroyu icraatından sorumlu tutmaması ve hem yasamayı hem de yürütmeyi yeniden ona teslim etmesi, Türkiye’de olup-bitenlerin demokrasiye ilişkin evrensel anlayışla pek fazla bir ilişkisinin olmadığını göstermektedir.
Kaldı ki, cumhurbaşkanı adayı Kılıçdaroğlu ve ortaklarının yanlış bir muhalefet stratejisi izledikleri de söylenemez. Aksine – ikinci tur öncesinde Ümit Özdağ’la mutabakat sağlama girişimi hariç – gayet isabetli ve düzgün bir kampanya yürüttüler.
Geçmişteki performansı açısından bakıldığında, Erdoğan ve ortaklarının yeniden iktidar olma ödülünü hak etmedikleri doğru olmakla beraber, seçimlerde ortaya çıkan sonucu yok sayamayacağımıza göre, meseleye belki de başka bir türlü bakabiliriz.
Günümüzün önde gelen siyaset filozoflarından David Schmidtz ‘’Adaletin Unsurları’’ (The Elements of Justice, 2006) adlı kitabında “hak etme”nin her zaman geçmişte yaptıklarınızla değil, bazen de gelecekte yapacaklarınızla ilgili olduğunu yazmıştır: İnsanlar geçmişte yapıp-ettikleri bakımından ödülü hak etmeseler de, bazen kendilerine verilen bir şansı onu hak ettiklerini gösterecek şekilde kullanabilirler.
Bu açıdan bakıldığında Mayıs seçimlerinde seçmen çoğunluğu öyle veya böyle Erdoğan ve ortaklarına yeni bir şans vermiştir. Onun için, şimdi mesele, onların bu şansı hak edip etmedikleridir, bunu da ancak önümüzdeki dönemde yapacaklarına bakarak anlayabileceğiz.
Erdoğan ve ortaklarının yeni dönemdeki icraatlarıyla “halkın”kendilerine verdiği bu şansı hak ettiklerini göstermeleri gerekiyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 29 Mayıstan itibaren yaptığı muhtelif açıklamalar kendisinin şimdilik bu dersi almış olduğu izlenimi vermese de, bu konuda kesin karara varmak için vakit henüz erken.
Peki, Erdoğan ve ekibi ne yaparak, nasıl bir siyasî program izleyerek bu “dersi” almış olduğunu gösterebilir?
En başta, yaklaşık olarak son on yıldır izlemekte olduğu zulüm politikasından, haksızlık ve hukuksuzluklardan geri dönerek, bununla yetinmeyip ayrıca zulüm siyasetinin yol açmış olduğu devasa mağduriyetleri de telâfi ederek.
Bunu ekonomi yönetimi dahil kamu yönetiminde, sivil haklarda, hukuk ve yargıda atılacak reformist adımların izlemesi gerekir.
Türkiye’nin bugün kamu yönetiminde ehliyet ve liyakate dayanan yeni bir yapılanmaya gidilmesine; refah üreten bir ekonomiye geçilmesine; ifade, basın, örgütlenme ve toplanma özgürlükleri üzerindeki mevzuattan ve uygulamadan kaynaklanan keyfî kısıtlamaların kaldırılmasına; âdil hukuka ve hukukun üstünlüğüne dönülmesine ve nihayet yargı bağımsızlığının tesis edilmesine ve yargı kadrolarında ehliyet ve liyakatin hâkim kılınmasına acil ihtiyacı var.
Bu reformların Kürt sorununda yeniden barışçı çözüm arayışına dönüşle tamamlanması gerekmekte. Bu da ancak Kürt siyasî hareketinin parlamentodaki temsilcilerini muhatap alan ve epey bir süredir siyasî ve idarî yönetime hâkim olan istihbaratçı, güvenlikçi ve militarist anlayışın yasal dayanaklarıyla birlikte kaldırıldığı bir zemin üstünde gerçekleştirilebilir.
Ve bütün bunların Avrupa Birliği hedefine yeniden sımsıkı sarılmakla beraber gitmesi gerekmektedir.
Bu yazu Diyalog Gazetesi’nden alınmıştır.