“Recep Tayyip Erdoğan’ın Türkiye’nin bir sonraki cumhurbaşkanı seçilmesi artık kesin gibi görünüyor. Erdoğan’ın zaferinin Türkiye’nin ABD ile ilişkileri üzerinde derin ve öngörülebilir etkileri olacaktır. İki ülke zaten birbirinden kopuş sürecindeydi: Erdoğan’ın yeniden seçilmesi bu on yıllık süreci hızlandıracak.”
Bu açılış paragrafı, WarOnTheRocks analiz sitesinin içerikten sorumlu yöneticilerinden, savunma uzmanı Aaron Stein’in 24 Mayıs 2023 (yani seçimlerin ikinci turundan dört gün önce) yayınladığı “A Pirouette, Not a Pivot” başlıklı yazısının giriş bölümü.
İkinci tur ardından, yorumcuların önemli bir kısmının herşey olağan akıştaymış gibi kabine kompoziyonu ve bunun Türkiye-ABD ilişkilerine yansıması beklenen anlamı üzerine sunduğu görüşleri de öngören, “tozpembe” olarak eleştiren, ve bunlara bel bağlanmamasını salık veren bu metni kısmen çevirisiyle aktarıyoruz.
Gerek ABD’de gerekse Türkiye’de siyasi ve ulusal güvenlik elitleri, diğer ülkenin kendi ulusal güvenlik çıkarları için artık hayati önem taşımadığı kanaatinde. Daha da önemlisi, her iki ülkenin liderleri de diğerinin kendi bölgesel hedeflerini ve hırslarını aktif bir şekilde sabote ettiğine inanıyor.
Sonuç olarak, ilişkiler şu anda sadece kurumsal atalet ve iki ülkenin birbirlerini savunmak için antlaşmaya bağlı oldukları gerçeği tarafından destekleniyor – ortaklaşa savaşmayı taahhüt etmeleri gereken şey konusunda anlaşmazlığa düşseler bile.
Erdoğan’ın (yaklaşan) zaferi ve ülkesindeki siyasi dinamikler, uzun zamandır aşikar olan bir gerçeği gözler önüne seriyor: ABD-Türkiye ilişkilerinin iki tarihi sütunu çökmüş durumda.
ABD’nin ilk ve en temel politika önceliği Türkiye’yi güçlendirmekti. İkincisi ise Batı ittifakına entegrasyonunu derinleştirmekti. Bu hedefler Washington’un neden bir yandan Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne katılma çabalarına arka çıkarken, diğer yandan da Kürt militanları öldürme çabalarını neden desteklediğini açıklıyor.
Geçtiğimiz otuz yıl boyunca bu iki sütun da birer çekişme alanı haline geldi. Türkiye Avrupa Birliği’ne katılmayacak. Ve NATO’daki yerleşik konumunu giderek daha fazla oyunbozanlık yapmak için kullanmaya çalışıyor.
Daha da önemlisi, Erdoğan ve hükümeti ABD’yi savunma özerkliğinin önünde bir engel olarak görmeye başladı ve ülkenin savunma ithalatında ABD’ye olan bağımlılığını kırmakta kararlı.
Son olarak ABD, (Washington ve Ankara’nın ortak mücadele sözü verdiği militan grup) Kürdistan İşçi Partisi’nin (PKK) Suriye’deki yerel kolunu destekledi ve desteklemeye devam edecek.
Bazı gözlemcilerin bitmek bilmeyen iyimserliğine rağmen, bu dinamiklerin yakın gelecekte ABD’nin temel dış politika öncelikleri açısından ciddi sonuçları olacak.
Türkiye’deki her seçimden sonra, bir grup analist Erdoğan’ın ılımlılaşacağı tahmininde bulunuyor. Bu mantığa göre Erdoğan’ın beş yıllık bir görev süresi var ve bu süre zarfında Batı’dan para ve yatırım isteyecek. Bu da doğal olarak Türk dış politikasının ılımlılaşmasına yol açacak.
Bazıları Batı’nın dış politikadaki bu ılımlılığı teşvik etmek için Batı yatırımlarını kolaylaştırması gerektiğini savunuyor.
Ama ne yazık ki bu hiçbir zaman gerçekleşmiyor. Erdoğan 20 yılı aşkın bir süredir Türkiye’yi yönetiyor. Seçmenleri arasında Batı karşıtı bir kesimi yetiştirip geliştirdi, ve yirmi yıla yakın bir süredir Türkiye’nin çıkarlarını ABD ve Avrupa’nın dış politika hedeflerine karşıt olarak tanımladı.
Bu da ABD’nin Türkiye’ye silah satışı, NATO’nun genişlemesi ve Türk-Rus ilişkilerinin niteliği konularında anlaşmazlıkların devam edeceği anlamına geliyor.
Erdoğan Türkiye savunma sanayiine onlarca yıldır yapılan yatırımlardan faydalandı. Türkiye’nin ABD’den bağımsızlığını arttırmak için kilit platformlar inşa etmek üzere tasarlanmış programları var. Çoğunlukla bu çabalar ülke için dar bir stratejik anlam ifade ediyor. Ancak bu eğilim çizgileri ülkenin dış politikasının yönünü işaret etmekte; liderliğin ABD ve Avrupa ile ilişkilerini nasıl gördüğünün de altını çizmekte.
Türk Hava Kuvvetleri, modernize edilmiş F-16’lar ve bir dizi yerli insansız platformla birlikte kullanılmak üzere 100 adet F-35A savaş uçağı almayı planlamıştı. Türkiye’nin Müşterek Taarruz Uçağı Programı’na katılımı, Soğuk Savaş’ın ilk günlerine kadar uzanan, F-16 da dahil olmak üzere Amerikan havacılık ve uzay firmalarıyla işbirliği geçmişinden kaynaklanıyordu.
Türkiye’nin 1974 yılında Kıbrıs’ı işgal etmesinin ardından ABD Kongresi Ankara’ya silah ambargosu uyguladı. Bunun sonucunda kısa vadede Ankara’nın büyük ölçüde Amerikan teçhizatıyla donatılmış kuvvetleri için ciddi bir yedek parça sıkıntısı ortaya çıktı.
Beş yıl süren ambargo, Türk siyaset üreticilerini ABD’den daha fazla bağımsızlık kazanma ve ülkeyi ekonomik baskılardan izole etmek için yerli bir savunma sanayii geliştirme çabalarını hızlandırdı. İronik bir şekilde bu politika, uçak gövdesi ve motor parçalarının üretiminin yerelleştirilmesi için ABD savunma şirketleriyle yapılan anlaşmaları içeren F-16 müzakereleriyle başlamıştı.
Türk havacılık ve uzay gelişiminin önünü açan bu anlaşma, Ankara’nın F-35’i inşa eden uluslararası konsorsiyuma katılmaya neden istekli olduğunu da açıklamakta.
Ancak bu iki program arasındaki fark önemli. F-16 örneğinde, uçak parçalarının Türkiye’de üretilmesi anlaşması, Ankara’nın satış koşulu olarak Amerikan sanayii ile müzakere şartlarından kaynaklanıyordu.
F-35’te ise Ankara uçağın geliştirilmesi için ön yatırım yaparak Türkiye’yi uçağı tasarlayan ve inşa eden çok uluslu konsorsiyumun bir üyesi haline getirmişti. Bu, Türk sanayisinin jetler için yerli silahlar tasarlayıp entegre edebileceği ve aynı zamanda yerel savunma firmalarının uçak için parça üretebileceği anlamına geliyordu.
Sonuç olarak, Türk firmaları doğrudan ekonomik faydalar elde edecek ve uçağın tedarik zinciri içinde bir varlık oluşturacaktı.
Türk milliyetçiliği ve kötü karar alma süreçlerinin bir karışımı, bu programı altüst etti. Ankara, uzun menzilli hava ve füze savunma sistemi satın alma konusunda onlarca yıl süren kararsızlığın ardından 2017 yılında Rus yapımı S-400’ü seçti.
Bu alım, Moskova’nın (ABD’de) 2016 seçimlerine müdahalesi ve seçilmiş Başkan Donald Trump’ın Rusya’yı bu müdahalesinden dolayı cezalandırmak için uygulanan yaptırımları askıya alacağını açıklaması üzerine ABD-Rusya ilişkilerinin krize girmesinin hemen ardından gerçekleşti.
Bunun üzerine Kongre, Rus devlet savunma kuruluşlarından önemli miktarda ekipman satın alan aktörlere yaptırım uygulanmasını öngören Amerika’nın Hasımlarıyla Yaptırımlar Yoluyla Mücadele Etme Yasası’nı (CAATSA) neredeyse oybirliğiyle kabul etti. S-400 alımları bu çerçevede önemli bir işlem olarak nitelendirildi.
Buna ek olarak, Amerikalı savunma yetkilileri S-400’ün F-35 ile aynı yerde konuşlandırılmasının uçağın gizlilik özelliklerine ilişkin sırların ifşa edilmesi riskini doğuracağından endişe etmekteydi. Bu iki mesele – yaptırımlar ve casusluk endişeleri -Türkiye’nin satın aldığı F-35 programından ve dolayısıyla yerli firmaların uçağın tedarik zincirinden çıkarılmasına yol açtı.
Bu hamle, Türk Hava Kuvvetleri’nin eski F-4 savaş uçağı filosundan geçiş yaparak ülkenin en eski F-16’larından bazılarını ıskartaya çıkarma planını da altüst etti. S-400 alımının yanısıra Türkiye’nin 2019’da Suriye’yi işgal etmesi, Kongre’nin askeri satışlara fiilen silah ambargosu koymasına yol açtı. Ankara şimdi eski F-16’larının ömrünü uzatmak zorunda, ve F-35’i yerli üretim savaş uçaklarıyla değiştirmeye çalışıyor.
Türkiye’nin beşinci nesil savaş uçağı programı on yıldan fazla bir süre önce başladı. Kaan adı verilen ilk prototip 14 Mayıs seçimlerinden önceki haftalarda kamuoyuna tanıtıldı.
Programın başlangıcından ilk prototipin tamamlanmasına kadar geçen sürenin uzunluğu, Türk firmalarının diğer modern savaş uçaklarının geliştirilmesine eşlik eden üretim hızı sorunlarını çözemediğini gösteriyor. Her bir uçağın kopyası başına rapor edilen maliyeti de F-35 ile karşılaştırılabilir düzeyde ve uçağın Türk Hava Kuvvetleri’ne nihai entegrasyonu 2030 yılına kadar gerçekleşmeyecek.
Ve tüm bunlar, dolar kuruna sıkı sıkıya bağlı bir ülkede, devlet tarafından finanse edilen büyük projeleri etkileyeceği kesin olan, kendi kendisine üretilmiş bir döviz krizinin ortasında gerçekleşiyor.
Türkiye’nin hem F-16, hem de F-35’te sahip olduğu avantaj, idamenin, üretilen çok sayıda jet sayesinde optimize edilecek olması. Bu durum özellikle onlarca ülkeye ihraç edilen ve 50 yıla yakın bir süredir üretilen F-16’lar için geçerli.
Şimdi ise Ankara için risk, az sayıda üretilen küçük, üst düzey bir yerli savaş uçağına geçerse, bu filonun hayli kırılgan olacağıdır. Beklendiği gibi, toplam üretim sadece 100 adet olduğunda, verimli ölçek ekonomilerine ulaşmak oldukça zor. Bu da Ankara’nın neden riskten kaçınmaya çalıştığını ve geliştirilmiş F-16’lar ve modernizasyon kitleri satın almak için ABD’ye başvurduğunu açıklıyor.
Ancak bu yeni jetlerin teslimatı ve modernizasyon kitlerinin tedariki engellenmiş durumda. Biden yönetimi resmi olarak jetlerin satışını desteklemekte, ancak Kongre buna karşı çıkıyor ve ihracatın onaylanmasını Türkiye’nin İsveç’in NATO üyeliğine vereceği desteğe bağlamaya çalışıyor. Erdoğan hükümeti bu bağlantıyı reddediyor, ama sonuçta ABD’nin karar alma mekanizmasını da etkileyemiyor.
Erdoğan bugüne kadar Amerikan baskılarına boyun eğmeyi reddetti. Bunun yerine İsveç’ten, görünüşte terörle bağlantılı suçlardan dolayı bir dizi Türk ve Kürt’ün iadesini mümkün kılacak şekilde yasalarını değiştirmesini talep etti.
Ne yazık ki sonuç, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana Avrupa’da gerçekleşen en büyük kara çatışmasının ortasında, Türkiye’deki milliyetçi kaprisler yüzünden ve Ankara’daki düşmanca bir hükümetten taviz koparmaya çalışan Amerikan çabalarına rağmen, NATO’nun genişlemesinin engellenmesidir.
Sonuç ise bir “çıkmaz”. Ankara elbette İsveç’in yerine getirmesi gereken bazı kriterler icat edebilir ve ardından bu ülkenin NATO’ya girmesine izin verebilir. Bu da F-16’ların satışı konusunda anlaşmaya varılmasını sağlayabilir.
Ancak bir adım geriye gidersek, Ankara’nın NATO’nun çıkarlarını kendi iç terörizm sorunlarına tabi kılma isteği, Erdoğan hükümetinin dış politikayı nasıl yürüteceğinin açık bir göstergesi.
Türkiye’nin milliyetçileri Mayıs seçimlerinde yükselişe geçti. Meslektaşım Nick Danforth’un War on the Rocks podcast’inde de belirttiği gibi, Türkiye milliyetçi bir ülke ve çok sayıda milliyetçi parti seçmenlerin bir kısmı için yarışıyor(du).
Bu son seçimde Erdoğan’ın gelecekteki seçim teşvikleri, Türkiye’nin etnik ve dini milliyetçileriyle yakından örtüşüyor(du). Erdoğan’ın Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) oy kaybetti ve Erdoğan da önceki seçimlere kıyasla daha az popüler olduğunu kanıtladı.
Hâlâ Türkiye’nin en başarılı siyasetçisi olsa da Erdoğan açıkça siyasi gerileme belirtileri gösteriyor. Artık ülkeyi ABD ve Avrupa’yı düşman olarak gören partilerle koalisyon halinde yönetiyor.
Erdoğan uzun zamandır bu konuda rakipleriyle arasında keskin bir karşıtlık yaratmaya çalışıyor: Başlıca rakiplerinin Rusya’nın seçimlere müdahalesi konusundaki sert söylemlerini eleştiriyor ve onları Türkiye’nin Rusya politikasını Washington’a tabi kılmaya çalışmakla suçluyor.
Buna karşılık Erdoğan, Türkiye’nin yaptırımları desteklememesini sağlayacak ve tarımdan enerjiye ve turizme kadar çeşitli konularda Moskova ile yakın işbirliğini sürdürecek.
Ukrayna savaşının başlamasından bu yana Türkiye’nin izlediği politika açıkça “merkantilist”tir. Türkiye, Rus ticaretinden, hem Vladimir Putin hükümetinden hem de zorunlu askerlikten kaçan Rus vatandaşlarından gelen döviz akışından ve Türk firmalarının Ukrayna’ya silah satışından elde ettiği sabit dövizden faydalanıyor.
Türkiye resmi olarak Rusya’nın işgalini reddediyor. Ancak Ankara aynı zamanda iki taraf arasında arabuluculuk yapmaya çalışıyor ve elbette bir arabulucu tarafsız olmalı. Dolayısıyla Ankara, NATO müttefikleri Ukrayna’ya kendini savunması için gereken teçhizatı ücretsiz olarak sağlarken bile bu çatışmada tarafsız olmaya karar verdi. Bu politika Türkiye için mantıklı. Fakat Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri’nin çıkarlarıyla uyuşmuyor.
Erdoğan’ın yeni bir zafer kazanmasına sayılı günler kalmışken ve parlamento aşırı sağa kayarken, dış gözlemcilerin Türkiye’nin rotasını değiştirmek için siyasi ya da ekonomik açılardan özendirici bir gerekçenin ortada olmadığını kabul etmeleri gerekiyor.
Türkiye’nin yönetici elitleri, ülkenin Rusya politikasını ABD ve Avrupa’ya karşıt bir çerçeveye oturtuyor; Moskova ile ilişkilere değer veriyor. Bu yaklaşım Ankara’nın Ukrayna’ya silah satmasını ve hatta Türk savunma projelerinde Ukraynalı firmalarla işbirliği yapmasını asla engellemeyecek, ancak Ankara tarafsız kalmanın kendi çıkarına olduğuna karar vermiş durumda.
Elbette pek çok ülke riskten kaçınmaya, tarafsız bir politika benimsemeye; Washington ve Avrupa’dan bağımsız hareket etmeye karar verdi. Ancak Washington bir NATO müttefiki olan Türkiye’nin Rusya’nın yasadışı finansmanı ve yaptırımların delinmesi için önemli bir merkez olarak ortaya çıkmamasını sağlamak için şimdilerde kaynak ayırıyor.
Erdoğan, ABD ve Avrupa’nın gerilemekte olduğuna ve Türkiye’nin çıkarlarını tarihi müttefiklerine tabi kılmaması gerektiğine inanıyor. Hükümeti Türkiye öncelikli bir dış politika uygulamaya çalışırken, bu çabayı açıkça ABD’nin bölgesel ve küresel politikalarıyla “gerilim içinde” olarak tanımladı.
Türkiye’nin sağ kanadı yükseldikçe ve iktidarını sağlamlaştırdıkça, bu zıtlıklar seçim kazanımı için keskinleştirildi ve büyütüldü.
Sonuç olarak, 28 Mayıs’tan sonra Türk dış politikasında büyük bir değişiklik beklenmemeli. Ankara merkantilist, içe dönük ve ABD’ye düşman milliyetçi bir elitin siyasi kaprislerine bağlı kalmaya devam edecektir.
Bu hükümet Rusya’ya ulaşarak ve İsveç’e daha fazla baskı yaparak çıkarlarını gözetecek. Belki İsveç’in NATO üyeliği ve F-16’ların ihracatı konusunda bir anlaşmayla sonuçlanabilecek bazı uzlaşmalara yer olabilir.
Ancak geniş eğilim hatları gayet açık: Soğuk Savaş döneminde ABD-Türkiye ilişkilerini ayakta tutan sütunlar çöktü. Ankara artık savunması için ABD’ye bağımlı olmak istemiyor. Avrupa ve Türkiye’nin kıtada daha yakın bir bütünleşme ihtimali yok.
Bu ortak stratejik vizyonun yokluğunda, ilişkiler tamamen işlemsel ve Türkiye’nin en önemli liderinin bakış açısına bağımlı hale geldi: Recep Tayyip Erdoğan. Erdoğan, Türk dış politikasını yıllardır olduğu gibi yönetmeye devam etmek için siyasi ya da kişisel her türlü desteğe /teşvike sahip.
Büyük değişikliklerin geleceğini ya da Erdoğan’ın üçüncü dönemini kazanmasıyla birlikte, yıllardır süregelen sorunların mucizevi bir şekilde çözüleceğini düşünmek, sadece saflık olacaktır.
Bu makale War On The Rocks sitesinden kısaltılarak çevrildi.
Yukarıda ifade edilen görüş ve düşünceler yazar(lar)a aittir ve FTP’nin görüş ve düşüncelerini yansıtmamaktadır.